Türkiye’nin her karışını belgeledi; kimi zaman Tuz Gölü’nde flamingoları izledi, kimi zaman yöre insanıyla Karadeniz’in yaylalarına çıktı, kimi zaman da uçsuz bucaksız bozkırlarda çobanlarla birlikte yolculuk yaptı. Atlas için 20 yılda 150 Anadolu seferi tamamlayan Cüneyt Oğuztüzün ile yaşadığımız toprakların doğa ve kültür varlıkları ölümsüzleşti.
Yazı: İzzet Göldeli / Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün
Cüneyt Oğuztüzün’le İzmir Karşıyaka Camii’ne bakan eski kahvehanedeyken Türkiye’deki kültürel değişimden de söz açıldı. Geniş sundurmasının altında oturduğumuz kahvehanenin küçük bodur iskemleleri, masaları açtırmıştı konuyu. Oğuztüzün’ün ilk kez Diyarbakır’da gördüğünü söylediği bu kahvehane düzeni yıllar içinde doğudan batıya taşınmıştı. Batıya özgü olan pek çok şey de zamanla doğuda kendine yer bulmuştu. Bu kültürel değişim içinde değişmesini istemeyeceğimiz yanlar da vardı: İnsan sevgisi bunların en temelde olanıydı. Oğuztüzün, Anadolu’nun nabzını tuttuğu yolculuklarından birini anlatmadan edemedi:
“Yolum Afyon’un Dazkırı ilçesine düşmüştü. Anadolu’nun bağrındaki bu küçük kasabaya ilk defa uğruyordum. Akşam olmak üzereydi. Çalışma alanım olan Acıgöl’e de yakın olduğundan geceyi burada geçirebileceğimi düşündüm. Konaklama imkânlarını, alışveriş ettiğim büfeciye sordum. Genç büfeci ‘bir otel var ama bilmem kalabilir misin’ dedi, ‘gel bir bakalım’. Büfeyi kapatıp önüme düştü. Yolda tanıştık, sohbet ettik. Otel deprem geçirmiş gibi duran bir binadaydı. Açıktı ama otelci ortalarda görünmüyordu. Otelin perişan durumu büfecinin içine sinmemişti. ‘Sen burada kalamazsın ağabey’ dedi, ‘gel bize misafir ol’. Bu tür otellerde çok kalmışlığım vardı gerçi ama samimi daveti geri çevirmedim. Büfeci gencin henüz birkaç günlük evli olduğunu yolda öğrendim. Yeni gelinin hazırladığı yemekleri yiyip sohbet ettik. Yatma saati geldiğinde bana gösterdikleri yatak ise hâlâ düğün gününün süslerini taşıyan kendi yataklarıydı. Tabii ki şiddetle reddettim. Ne var ki onlar da aynı şiddette ısrar ediyordu. Sonunda burada yatmaya mecbur kalmıştım. Sabah kalkıp oturma odasına gittiğimde gördüğüm manzara ise yürek burkucuydu. Gelin kanepede, damat yerde uyumaktaydı.”
Bir yazar içinde yer aldığı, parçası olduğu dış dünyayı sözcükleriyle yorumlar, yansıtırken fotoğraf sanatçısı bunu objektifi aracılığıyla dener. Sözcüklerin anlatım gücünün yetersiz kaldığı yerde bakarsınız bir karelik fotoğraf anlatıvermiştir onca şeyi.
Yollara düşen yazar günlüğüne sarılırsa, fotoğraf sevdalısı da objektifine sarılır. Yıllarca Anadolu’yu tutkuyla gezen, ulaştığı yerleri farklı, taze bir bakışla bize getiren Cüneyt Oğuztüzün de yıllar içinde görsel bir Anadolu günlüğü oluşturdu.
Kimi zaman yitmekte olan bir geleneği bir belgesel ustası titizliğiyle yansıtmaya girişen, kimi zaman bir çavlanda bir anlığına konaklayıp sonra kaybolacak gökkuşağının peşine düşen Cüneyt Oğuztüzün, çalışmalarıyla üstünde yaşadığı topraklara duyduğu, tutkuya dönüşen sevgiyi paylaşmak ister. Bazen “Bakın neler var bilmediğiniz” der fotoğrafları. Bazen “Yazık oluyor, yitip gidiyor elimizin altından” der. Çoğu karelerinde küçük öyküler gizlidir. Balık peşinde bir alaca balıkçıldır Manyas Gölü’nde yakalamak istediği; su kıyısında peşine düşmüştür. Kamuflajını yapmış saatlerce su içinde vizöre yapışmış gözleri bekler, mavi siyah renkli gagası en iyi nasıl çekilir diye.
Donduran bir kış günü Ağrı yakınlarında Murat Nehri’nde yüzen buzdan bir salın üstündekileri görünce yolcusu olduğu otobüsü durdurup inmesine şaşırmamalı. Dirgene bağlanan, eğriltilmiş iki dalcığa asılı küçük bir ağla balık avlayanlar onun günlüğüne geçeceklerdir, paltoları ve atkılarıyla.
Yaşamlarımızdan çekilmekte olanlara vurgu sık sık yapılır çalışmalarında.
Bir başka yolculuk Orta Anadolu’ya doğrudur. Kıyılar, göller, dağlar kadar övgü alamayan bozkıra dikkat çeker. Yağış iyice azalmıştır buralarda. Konya’nın Karapınar yöresinde bu topraklar mayısta bir ay için de olsa rengârenk çiçeklerle donanmıştır. Meke Dağı, biraz ileride krater gölünün içinden yükselir. Uzaktaki Karacadağ’la boy ölçüşmek ister gibidir fotoğrafta. Besiciler sürülerini otlatacak, can katacaklardır bozkıra. Geniş gökyüzünün altında bozkırın canlandığı, nefes aldığı bu günler bir çağrıdır: “Gelin siz de benim gibi çadırınızı kurun, toprağı titreten atlıları hayal edin, durgun geceye dağılan geçmişin seslerini dinleyin.”
Oğuztüzün’ün Anadolu günlüğü kimi yerlerde yitmekte olan, kimi yerlerde de değişerek varlığını sürdürmeye çabalayan geleneksel yaşama biçimine, âdetlere, geleneklere de tanıklık eder. Posof tarafında tepelere doğru üstleri örtülmüş yükleriyle ağır ağır yol alan kağnılar tahta tekerlekleri, yüklerinin üstüne bağlanmış plastik leğen, çinko kovalarıyla belki bir daha çıkmayacaktır karşımıza.
Bıkmadan, yorulmadan Türkiye’nin coğrafyasını tarayan bu tutku her seferinde şaşırtıcı karelerle çıkıp gelecektir. Adeta bulutların üzerine taşmış bir topoğrafyada yer alan daracık bir patikada yakalayacaktır yaşlı karı kocayı, çocuğu ve arkalarından gelen ineği. Rize’nin Ardeşen ilçesinden 2 kilometre uzakta Karadeniz’i kucaklayan Fırtına Deresi’nin binlerce yılda şekillendirdiği Zigam Vadisi’ndeki Tobamzga Yaylası’na yürüyerek göç ediyorlardır. Bir Chagall tablosu tadındaki fotoğraftaki yaşlı karı kocanın birazdan yorulup yüklerini bir yana bırakacaklarını ve aralarında Lazca konuşacaklarını tahmin edebilirsiniz.
Yalnızca yöre coğrafyasının değil folklorunun da gözde öğelerinden olan Fırtına Deresi, kıyıya doğru ilerlerken üzerindeki köprülerle adeta gemlenir. Görünmese de sesini duyabileceğiniz bir başka karede suyuyla beslediği yeşil yamaçlara gömülmüş konaklar pek bilinmeyen bir öykünün parçasıdırlar: Eski “Çarlık Rusyası”na giden Çamlıhemşinlilerin pasta yapmayı öğrenip dönüşlerinde dört bir yana dağılmalarının öyküsü bu konakların dikilmesiyle noktalanır.
Fırtına Deresi’nden söz ederken Oğuztüzün’e de oralarda yaşadıklarını anlatma fırsatını vermek gerek:
“Kaçkarlar’da, derenin kollarında çalışırken yükseklerdeki manzarasına doyulmaz birçok buzul gölünü de ziyaret etmiştim. Gidemediklerimden biri Palovit Vadisi’nin başındaki Ana Dağın Denizi’ydi. Güzel bir günde gönüllü rehberimle birlikte bu uzak göle gitmek için Elevit Yaylası’ndan yola çıktık. Cipi yolun bittiği yerde bırakıp vadi yamacından yürümeye başladık. Dört saatlik yürüyüşten sonra göle yaklaşmıştık ama bu arada hava dönmüş, vadi tabanını kaplayan sis yükselmeye başlamıştı. Adımlarımızı sıklaştırıp gölün başına vardığımızda henüz fotoğraf makinemi çantasından çıkarmaya fırsat kalmadan göl, sis ve bulutların altında kaldı. Tamamen görünmez olmuştu. Hevesle yaptığım, saatlerce süren yürüyüşün boşa gittiğini düşünüyordum ama sis henüz tamamen oturmamıştı. Çok zayıf da olsa bir şans var mıydı? Bir an için sisin arasından gölün mavi suları ve arka plandaki sivri zirveler az da olsa göründü. Tek bir kare fotoğraf çekebildim. Geri dönüşte, yoğunlaşan sis ve yeni başlayan yağmur altında saatlerce sürecek o zorlu yürüyüşte, daha sonra dergide yayımlanacak olan o tek karelik fotoğrafı aklıma getirerek teselli edecektim kendimi.”
Yaşadığımız toprağı, barındırdığı tarih katmanlarının eşsiz kıldığını hatırlatır günlüğünün kimi yerlerinde. Aspendos’u karşımıza çıkarır, rengârenk mihrap duvarıyla eski bir köy camisini ya da Roma sukemeri kalıntılarını. Harap olmuş sukemerinin yorgun taşları arkalarına karlı tepeleri alıp Isparta’nın Yalvaç ilçesindeki Pisidia Antiochia antik kentinden olduklarını söyleyecektir.
O tarih katmanlarında sessizce duran, varlığı belleklerden silinen ya da günlük yaşamımızdan uzaklaşan geçmişin yapıları da çıkagelir onun gezilerinde. Hatırlanır, Çoruh Vadisi’ndeki elma ağaçlarının arasından yükselen Gürcü İşhan Kilisesi. Oltu Çayı biraz ileride Çoruh Nehri’ne karışacaktır. Bir öğle vakti köy camisinin minaresinin toza gömülmüş daracık merdiveninden dolana dolana çıkarsanız siz de onun gibi şerefeden, Çoruh Vadisi’ni sınırlayan uzaktaki dağlara hayranlıkla bakabilirsiniz. İnip minareden dolaşacak olursanız bu görmüş geçirmiş binayı, öykülerini de dinleyin İşhanlılardan. Birbirinden farklı öykülerden hangisini anlatacaklar bilinmez.
Cüneyt Oğuztüzün’le oturduğumuz kahvehanede kahvelerimizi tazelerken “kültürel değişim” de yerini “çevresel değişim”e bırakmıştı. Sevdiğim bir fotoğrafını hatırladım o ara, uzun zaman önce gördüğüm. Fotoğraftan aklımda kalan, bir kanyonun iki yakasına yerleşmiş eski bir taş köprü, huzurlu haliyle çevresine bakıyordu. At nalı şeklindeki iki kemerinden büyük olanının ayakları arasından bir çay köpüre köpüre akmaktaydı. Kayalara basan küçük kemer de hesap işi değildi de sanki yaşlı köprünün dinlenmesi, yaslanması için düşünülmüştü zamanında. Fotoğraftaki köprüden söz edip nerede olduğunu hatırlayıp hatırlamadığını sordum. Biraz düşünüp “Görmeli Köprüsü” dedi, “Altından geçen de Ermenek Çayı. Eşi gibi o da şimdi sualtında. Ermenek Baraj Gölü’nün sularına gömüldü”. Yarasına mı basmıştım? Anadolu’nun geçirdiği değişim ve çevre sorunları gelmişti küçük masamıza:
“Yirmi yıldır üzerinde çalıştığım Anadolu projesi, Atlas’ın da konseptine uygun olarak Anadolu coğrafyasını kapsıyor. Yani doğa, geleneklerin sürdüğü kırsal yaşam, kültürel ve tarihsel miras. Değişimin, yani çarpık bir modernleşmenin getirdiği değişimin bütün bu değerleri ortadan kaldırmakta olduğu görülüyordu. Zaten amaç da bu değerler kaybolmadan önce onları belgeleyebilmekti.
Gerçekten de öyle oldu. Yangından mal kaçırır gibi bir belgeleme telaşıydı bu. Fotoğrafların çoğu neredeyse çekildiği anda tarihsel belgeye dönüşüyordu. Doğa, gelenekler ve tarihsel miras bu yıkımdan payını fazlasıyla aldı. Sultansazlığı kurutuldu. Çoruh, sayısız baraj inşaatıyla tanınmaz hale geldi. Az önce sorduğun, Ermenek Göksu üzerindeki 800 yıllık muhteşem Görmeli Köprüsü geçit verdiği kanyonla birlikte sular altında kaldı. Tahribatın sayılamayacak kadar örneği var.
“Tahribatın hızı 2000’li yıllarda arttı. Bakir doğa artık hangi şartlarda olursa olsun korunması gerekli bir değer olmaktan tamamen çıktı. Bu yıllarda yıkım doğanın kılcal damarlarına kadar yayıldı. Dere tipi HES’ler (hidroelektrik santralı) icat edilmişti. Bu total felaket Anadolu’nun en gizli kalmış doğal hazinelerine dahi nüfuz ederek acımasız bir yıkıma yol açtı.
“Bunun son örneklerinden biri Bolkar Dağları’ndan doğan Tarsus Çayı’nın önemli kolu Kadıncık Çayı üzerindeki Karasu pınarları. Bu emsalsiz doğa parçasının yer aldığı kanyona ilk gidişimde en yakın köyden aldığım rehber bile yolu şaşırmıştı. Öylesine uzak ve ulaşılmaz, gizli bir hazineydi. Daha sonra buraya ulaştığımda ‘Tamam işte’ demiştim ‘asla bozulması mümkün olmayan bir yer’. Ne var ki aradan on yıl geçmeden köylülerden aldığım haberle sarsıldım. Kanyon çoktan keşfedilmiş ve yeni bir HES yapımı için gayet uygun bulunmuştu. HES’in kanalları pınarların bulunduğu kanyon duvarından geçirilecekti…”
Oğuztüzün’ün binlerce fotoğraftan oluşan projesinin kayda değer her öğenin, olgunun “parmak izini alma” işleminden ibaret olmadığı ortadaydı. Kayda değer olanların ortaya çıkartılmasında bireysel, görsel, sanatsal bir yorumlamanın kaçınılmazlığına işaret ettim. Şöyle yanıtladı: “Anadolu’yu fotoğraflama projemin temelinde her ne kadar tanıklık etme ve belgeleme amacı yatıyorsa da bu aynı zamanda Anadolu ışığı ve coğrafyasının sunabileceği estetik imkânlara dair bir araştırmadır.”
Birazdan ayrılıp gidecektik yollarımıza. Karşıyaka sahilinde yürürken düşünüp duracaktım: Cüneyt Oğuztüzün gibi Anadolu’nun benzersiz doğasıyla barış içinde yaşamak isteyenlerin sesini iş makinelerinin sesleri bastırıyordu. Oysa bunu değil, ayrıldıktan sonra üstüne konuşamadığımız fotoğraflarını aklımdan geçirmek isterdim. Göksu’yun doğduğu Geyik Dağı eteklerinde kar çekilirken çimenin uzun uykusundan uyanışı vardı kareye giren. Yamaç dibindeki köye belki de hep yabancı kalacak doğanın kar ve çimenle yarattığı soyutlamasını, gün ortasında beyaz bir hayaleti andıran Kastabala’sını ya da gizemli, düşsel bir dünyaya aitmiş gibi duran Karasu pınarlarını…
Cüneyt Oğuztüzün’ün “Anadolu Projesi” başlığıyla adlandırdığı çalışma yazılı ve ağırlıklı olarak da görsel kaynaklara dayanıyor. Dergi sayfalarını aşan bu uzun soluklu projeden kimi bölümler Kuşlar ve Cennetleri ile Anadolu’ya Güzelleme başlıklarıyla kitaplaştı. Bu iki kitap, Anadolu ve doğa âşığının sayfaları arasında gezinmekten büyük keyif alacağı, özenli ve yetkin eserler. Başucu kitabı niteliğindeki bu eserleriyle Anadolu’yu kutsayan Oğuztüzün, bu coğrafyanın farklı bağlamlarında yer alan öğelerini, olgularını fotoğraflarıyla bir görsel şölene dönüştürüyor. Sanatçı, yeni çalışmalarla ve kitaplarla Anadolu’nun farklı boyutlarda daha iyi anlaşılmasını sağlayacak bir külliyat oluşturmayı sürdürüyor…
Atlas Mart 2014 / SAYI 252
Fotoğraf Galeri