Türkiye’nin en büyük ve benzersiz deltası Çukurova, binlerce yıldır lagünleri, kumulları ve sazlıklarıyla nice canlının kadim yurdu. Kâh balıkçılların, kâh çamurçulluklarının kanat çırptığı Adana’nın bu yaban bahçesinde yaşamın geleceği, insanın doğaya göstereceği duyarlılığa ve saygıya bağlı.
Yazı ve Fotoğraflar: Barış Koca
Dağlar ve denizler asla bir araya gelmeyecek iki dünya gibidir. Yüzlerce kilometrelik mesafeler, binlerce metrelik yükseklik farkları ayırır onları. Ama aslında pınarlardan çıkıp çağlayanlar aşan, vadiler boyunca uzun yollar kat eden nehirler ikisini zarif bir hatla birleştirir. Bu bağın çok verimli ama kırılgan olduğu özel bir nokta vardır: Delta. Doğa en renkli yüzünü, dağların kıyılara indiği bu bereketli buluşma noktasında gösterir…
Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin oluşturduğu Çukurova Deltası da Toroslar’la Akdeniz’in kavuştuğu eşsiz bir diyardır. Suyun ve toprağın, doğanın ve insanın kaynaştığı uçsuz bucaksız bir düzlüktür. Anadolu’nun en büyük deltası, nice canlının kadim yurdudur.
İskenderun Körfezi ile Mersin Körfezi arasında kalan bölgede iki milyon yıl önce oluşan çökelti alanları, zamanla akarsuların getirdiği malzemelerle dolarak Çukurova’yı meydana getirdi. Günümüzde Çukurova, Seyhan ve Ceyhan’ın iki yanında, Adana il sınırlarında uzanan, kuzeyden Toros Dağları ile sınırlanan bir delta ovası özelliğinde. Denizden bir kıy kordonuyla ayrılan ve lagün denilen birçok gölün belli başlıları, batıdan doğuya doğru Tuzla, Akyatan, Ağyatan ve Yumurtalık adlarıyla anılıyor. Bu kıyı gölleri ve bataklıklara son 5 bin-6 bin yıl içinde devasa kumullar eklenmiş. Böylece ortaya farklı yaşama ortamlarının bir arada bulunduğu, tüm Akdeniz’in en büyük sulak alanlar bütünü çıkmış.
Sulak alan deyince akla ilk kuşlar gelir. Ilıman Akdeniz iklim kuşağında bulunan, ekosistem zenginliğiyle dikkat çeken Çukurova’nın da pek çok kuş türü tarafından üremek, barınmak ve sürekli yaşamak için kullanılması şaşırtıcı değil. Yırtıcı kuşlardan kıyı kuşlarına, ötücülerden turnamsılar, tavuksular ve diğer gruplara 184 farklı kuş türü gösteriyor ki delta göçmen kuşların başlıca uğrak yerleri arasında.
Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’nın büyük bölümünü kaplayan “Batı Palearktik” ekolojik bölgesinin en önemli kuş göç yollarından ikisinin kesişiminde bulunuyor Çukurova. Kırım’dan başlayıp Afrika’ya uzanan göç yolunu kullanan yaklaşık 100 bin bireylik turna popülasyonundan Türkiye’de kışlayanlarının büyük çoğunluğuna ev sahipliği yapıyor. Genlerine işlemiş göç bilgileriyle binlerce yıldır bu toprakları kullanan turnalar bir zamanlar şarkılar, türküler ve elişlerindeki motiflerle günlük yaşamın parçasıydı. Şimdilerde kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daralması tehdidi altındalar. En büyük uluslararası doğa koruma birliklerinden IUCN (International Union for Conservation of Nature) tarafından hazırlanan kırmızı listede turnaların Türkiye’deki durumu “tehlike altında” olarak gösteriliyor.
WWF-Türkiye tarafından başlatılan “Turnalar Hep Uçsun” projesi, bu türün Anadolu’daki devamlılığı açısından büyük önem taşıyor. Proje ekibinden Nilüfer Araç, Çukurova’nın turnalar için olduğu kadar yaban hayatın her türü açısından büyük önem arz ettiğini vurguluyor ve şunları söylüyor: “Nehirlerin dağlardan taşıdığı materyallerle binlerce yılda oluşan Çukurova Deltası, uluslararası ölçekte öneme sahip sulak alanlardan Tuzla, Akyatan, Ağyatan ve Yumurtalık lagünlerini barındırıyor. Delta, ekolojik özellikleri nedeniyle pek çok kuş türünün yanı sıra bitki, sürüngen ve memeli türlerine de ev sahipliği yapıyor. Çukurova’da iki önemli kuş alanı ve iki önemli bitki alanı belirlendi. Kış döneminde korunaklı ve beslenme açısından uygun olması sebebiyle özellikle pek çok kuş türü kışlama için Çukurova Deltası’nı tercih ediyor.”
Benim de Çukurova Deltası’yla yakından tanışmam “Turnalar Hep Uçsun” projesi sayesinde olmuştu. Alanın sonsuzluk hissi veren enginliği karşısında etkilenmemek elde değildi. Fazla uzak bir geçmişi olmayan ve alanın büyük bir bölümünü saran yapay sulama kanallarının labirenti andıran yapısı ise oldukça ürkütücüydü. Neyse ki, Adana’nın Karataş ilçesindeki Akyatan’ın yerlisi olan ve kanallarla bir ağ gibi örülmüş alanı oldukça iyi bilen rehberimiz Ergün vardı. Bu işe gönüllü olmasını şöyle anlattı: “Küçüklüğümden beri Çukurova doğasının içindeyim. Kentte yaşamamıza rağmen her fırsatta köye gitmek en büyük eğlencemdi. Doğa gönüllüsü olmak da biraz bu tarz bir yaşantının sonucu olarak ortaya çıktı…”
Ergün deltada hangi kanalın yolunun açık olduğunu, hangi yolu tercih etmenin daha pratik olduğunu iyi biliyordu. Bu tür bilgiler önemliydi, çünkü turnalar av baskısı yüzünden çok ürkek bir karaktere bürünmüştü ve sezdikleri en ufak tehlikede yerlerini hemen birkaç yüz metre değiştiriyorlardı.
Birkaç ayın ardından Çukurova Deltası’nın zenginlikleriyle tekrar buluştum. Bu sefer alanda daha çok zaman geçirecek, farklı güzellikleriyle tanışacak, onu daha yakından tanıyacaktım. Ancak bu sefer bu göllerin, kumulların, nehirlerin ve kanalların bir arada olduğu bu geniş alanın detaylarını tek başıma keşfedecektim.
Çukurova Deltası’nda bulunan dört lagünü ikisi sağda, ikisi solda olacak şekilde ortadan bölen Karataş ilçesini konaklama merkezi olarak seçtim. Yörede beni heyecanlandıran ilk bilgi, Akyatan’daki sazlıklarda saz horozlarının olduğunu öğrenmemdi. Daha önce Kızılırmak Deltası’nda kısa bir an gördüğüm, tüm vücudunu kaplayan masmavi tüyleriyle kontrast yapan kıpkırmızı gagası sayesinde tropik bir kuşu andıran bu türü bir kez daha görme fikri beni heyecanlandırmıştı. Akyatan’a doğru yola koyuldum hemen. Daha alana girer girmez gökyüzüne yükselen dumanlar çekti dikkatimi. “Bir yerlerde yangın olmalı” diye düşünürken alanın kuzey girişinde, kanalların hemen bittiği noktadan itibaren sazlıkların ateşe verilmiş olduğunu gördüm. Kimi noktalarda alevler çoktan büyümüş ve yayılmıştı. Kıyıya yakın, henüz başlamış yangınları kendi çabamla söndürmek bu yıkımı durdurmak için yeterli olmayacaktı maalesef. O an için olayı münferit bir bilinçsizlik hali olarak düşündüysem de daha sonra asıl sebebi öğrendim. Deltanın kuzeyinde yer alan Adana’nın hızla bir sanayi şehrine dönüşmesinden bu yana tarım alanları güneye, Akyatan Lagünü gibi daha az verimli topraklara kayıyordu. Bu yüzden sazlıklar yakılarak tarla açılıyordu.
Ancak bu yöntem sanıldığı gibi verimi arttırmıyordu. Aksine, verimsiz topraklarda yapılan tarımla ürün miktarı azalıyor, ayrıca doğal yaşam olumsuz etkileniyordu. Belki de sırf bu yüzden, uygun dönemde gelmeme rağmen göremiyordum saz horozlarını. Sazlıklarda yaşayan pek çok tür gibi saz horozları da pek kendini gösterme meraklısı değildir. Ancak o ünlü bağırışlarından da eser yoktu… Saz horozuyla karşılaşamadım ama önümüzdeki günlerde başka sürprizler bekliyordu beni.
Ertesi gün yine aynı bölgeyi araştırmaya devam ettim. Akyatan Lagünü’nün denizle buluştuğu sahil şeridini inceleyecektim. Lagünün denize bağlandığı dar kanal kumsalın içlerinde yer alıyordu. Yaklaşık 20 dakikalık yürüyüş yapmam gerekti. Kopmuş balıkçı ağı parçaları ve bunlara takılı yengeç kalıntıları çekti dikkatimi. Burada neden böyle atıldıklarını merak etmiştim doğrusu.
Biraz sonra Akyatan Dalyanı’nı işleten firmanın görevlisi olduğunu söyleyen bir bekçiye rastladım ve yengeçleri sordum. Dalyan suyu özellikle ağır metaller tarafından kirlendiği için yengeçlerin tüketilmediğini ve böyle atıldığını anlattı. Alanda yer alan iki dalyandan biri olan; levrek, kefal, çipura, lüfer ve muskar türlerinin doğal olarak yetiştiği Akyatan Dalyanı’nın da kötü gelişmelerden etkilendiğini görmek üzücüydü.
Akyatan Lagünü’nün kıyılarını daha iyi tanımak için yola devam ettim. Karataş ilçesinin Karagöçer köyüne geldiğimde Akyatan Yaban Hayatı Geliştirme Sahası levhasını takip ettim. Yol boyunca sıralanmış tarlaların arasında ilerlerken “acaba yanlış bir yere mi geldim” diye düşünmekten alamadım kendimi. Eğer yaban hayatı gözlemek istiyorsam insanlarla dolu bu tarlalardan bir an evvel uzaklaşmalıydım. Haritadan beni göle yaklaştıracak yolları izlemeye karar verdim. Bu yollarda hız yapmadan ilerlemek hemen kenardaki çalı ve otlara konan ötücüleri yakından görebilmemi sağladı.
Akyatan, aralarında denizkaplumbağası, saz kedisi, yabandomuzu, tilki, çakal gibi türlerin bulunduğu nice canlının yaşam alanı. Ama tarlalar ve mevsimlik işçilerin yaşadığı çadır kentler sahada geniş yer kaplıyordu, bu durumun yaban hayat üzerindeki etkisini düşünmeden edemedim.
Sonraki günlerde rotamı yine Adana il sınırlarındaki Ağyatan ve Yumurtalık lagünlerine çevirdim. Bu kez yola gün ağarmadan önce çıktım. Alacakaranlıkla beraber mavi-mor renklere bürünen gökyüzündeki ay yarenlik ediyordu bana. Deltayı oluşturan nehirlerden Ceyhan’a gidiyordum. Güneşin ilk ışıkları kendini göstermeye başladığında Karataş ilçesine bağlı Adalı köyüne varmıştım bile.
Ekili alanlarla çevrili asfalt yolda ilerlerken turaçlarla karşılaştım. Sülüngiller familyasından bu süslü kuşun renk ve desenleri, yol kenarında kaçırılmayacak şekilde fark ediliyordu ama beslenme alanları olan tarlalara kaçmaları fazla zaman almadı. Türkiye’de sadece Çukurova’da ve Göksu’da görülebilen bir tür de aşırı avlanma ve tarım ilaçlarının aşırı kullanımı sonucu Türkiye’de “nesli tehlike altında” olan canlıların arasına katılmış durumda.
Turaçları sessizlik içinde saatlerce seyrettikten sonra güneş daha fazla yükselmeden yola devam etmeye karar verdim. Kıyı boyunca dizilmiş söğütlerin ve okaliptüslerin arasından Ceyhan’ın parıltıları görünmeye başladı. Nehrin, ayna etkisine sahip durgun sularında yansıyan bulutlar Çukurova’da adeta soyut bir dünyanın kapılarını açıyordu.
Yöredeki köylülerle yaptığımız sohbetlerde “bu sene çok kurak geçti, verim oldukça düşük olacak” sözlerini sıkça duydum. Oysa verimli topraklarıyla “adam eksen biter” sözünün hakkını verir Çukurova. Yerfıstığı, çilek, kavun, karpuz, pamuk, portakal, mandalina, limon ve daha nice ürünle Türkiye’nin gıda deposu gibidir. Yeni tarım yöntemleriyle yerfıstığında olduğu gibi yıl içinde birden çok kez veya karpuzda olduğu gibi normalden daha erken ürün alınabiliyor. Türkiye’nin farklı yerlerinde henüz ilkbahar başında tezgâhlara çıkan karpuzlar, Çukurova’nın kumullarına kurulan seralarda yetiştiriliyor. Tabii bu durum aşırı gübre kullanımı, seralarda kullanılan naylon materyalin hasat sonrasında doğaya atılması gibi olumsuz sonuçlar da doğuruyor.
Bu kadar geniş tarım arazilerinin olduğu yerde, küçük kemirgenleri avlamak için bekleyen yırtıcı kuşlar da mutlaka vardır. Bu düşünceyle girdiğim kamuflajda saz delicesi, gökçe delice gibi türleri izleme imkânı buldum; deltanın kadim sakinlerinden turnaları da bir kez daha görme imkânı yakaladım.
Deltanın en özel kısmı ise kumullar. Çukurova 110 kilometrelik sahil şeridiyle Türkiye’nin en büyük kumul alanlarına sahip. Bu hazineyi tanımak için Yumurtalık’a gittim. Türkiye’de doğal oluşumlu iki Halep çamı ormanından biri burada bulunuyor. Halep çamlarının kapladığı kumullar insana tropik bir adadaymış gibi hissettiriyor. Yumurtalık Lagünü’ne bakan kıyıda belki bir turist tarafından düşünülmeden bırakılan bir çekirdekten yetişen, belki de bilinçli olarak ekilen iki adet Datça hurması göze çarpıyor.
Deltanın, kıyıdan birkaç kilometre içeri giren ve denizden yüksekliği 20 metreyi bulan en eski kumul oluşumları ise Tuzla Lagünü çevresinde yer alıyor. Ama ne yazık ki bu kumullar da tarım alanına dönüşmüş durumda. Kumullardaki otlatma baskısı artıyor ve burada yetişen nadir bitkiler bundan olumsuz etkileniyor. Bunların başında Mersin çobanyastığı, tüylü çehri ile dünyada kalan son 50 bireyi Çukurova’da bulunan tüylü ılgın geliyor. Çukurova’da görülen 600 bitki türü ve alttürünün tamamı için orta ve uzun vadede benzer tehlikeler söz konusu.
Deltalar her türden canlı için verimli ama çok kırılgan doğal alanlar. El üstünde tutulmaları gerekirken farklı çıkarlara, yoğun insan faaliyetlerine hedef oluyorlar. Bu durumu en çok yaşayan yerlerden biri de Çukurova. İnsanın hafızasına kazınanlar sadece güzellikler değil, onlara yapılan haksızlıklar da oluyor aynı zamanda. Çukurova ve diğer doğa değerlerinin yaşaması ise insanın göstereceği duyarlılığa, diğer canlılara duyduğu saygıya bağlı olacak…
Atlas Mayıs 2014 / Sayı 254
Fotoğraf Galeri