Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Balıklar nereye gitti?

Balıklar nereye gitti?

Özge Çolak

Birleşmiş Milletler açıkladı: Akdeniz ve Karadeniz, dünyanın aşırı avlanmaya en çok maruz kalan denizleri. İleri teknolojiyle donatılmış dev filolar, tek seferde binlerce ton balığı ağlarına doldurup denizleri silip süpürüyor. Çölleşen denizlerin, yok olmaya yüz tutan türlerin ilacı uzakta değil. Kıyı balıkçılarına ve geleneksel yöntemlerine bakmak yeter.

YAZI: Banu DÖKMECİBAŞI* /  FOTOĞRAFLAR: Aytunç AKAD

Aldığımız her nefes, içtiğimiz her damla su ile denizlere, okyanuslara bağımlı olduğumuzu biliyor muyuz? Ya da bunu hatırlıyor muyuz? Ne yazık ki insanlık olarak pek çok şey gibi bunu da unutmuş durumdayız. Yeryüzünün yüzde 80’ini kaplayan bu değerli yaşam kaynağını hızla yok ediyoruz.

Denizler ve okyanuslar bize oksijen, su, gıda, keyif, enerji sağlamanın dışında iklim dengesini de ayarlar. Avlanma ve deniz ürünlerini tüketme şeklimizle denizlerin korunmasına katkıda bulunabilir, ya da tersine durumun vehametini küçümseyerek yok oluşa doğru hızla ilerlemeye devam edebiliriz. Sağlıklı denizler sağlıklı insanlık anlamına gelir. Çünkü sağlıklı denizler, hızla değişen çevresel faktörler içinde artan insan nüfusunu beslemek için yaşamsal önemdedir.

Gelibolu’da Ece Limanı’nda hâlâ geleneksel yöntemlerle avlanan yerel balıkçılar, teknelerinin barınabileceği bir liman yapılmasını istemiyor. Endüstriyel balıkçı teknelerinin koylarına gelmesinden korkuyorlar çünkü. Bu nedenle de artık sadece sezonluk kurup verim alabildikleri dalyanlarına gidebilmek için teknelerini, her gün traktörler ve romörklarla denize indirip çıkarıyorlar.

İşte, “Denizin Tanıkları” projesi tam da bu nedenle Greenpeace Akdeniz tarafından yapılmıştı. Türkiye’de kıyı balıkçılığı geçmişi olan yerleşimlerdeki balıkçılarla sohbet ederek, değişimi onların gözünden anlamaya çalışmıştık.

Türkiye’yi çevreleyen denizler yüzyıllar boyunca yüzlerce türe ev sahipliği yapmış. Deniz ürünleri özellikle kıyı bölgelerinde yaşamın parçası olmuş. Ancak günümüzde küçük ölçekli balıkçılık bile aşırı tüketilen deniz ürünleri nedeniyle ya tamamen terk ediliyor, ya da endüstriyel balıkçılık piyasasının uzantısı haline getiriliyor. Bu da sürdürülebilirliği ortadan kaldırıyor. Bununla beraber küçük ölçekli balıkçılık her zaman sürdürülebilir, ya da az tahrip edici demek değil. Küçük balıkçıların da stokların değişken durumuna göre hedef türlere ve başka türlere zarar vermeyecek av malzemesini seçmesi, türün devamlılığını etkilemeyecek sezonlarda avlanması (yumurtlama zamanı olmaması gibi) gerekiyor.

Balık ağları artık bölgelerin özgün türleri yerine çöple doluyor.

Dünyada tüketim nasıl hızla ve bilinçsizce arttıysa, Türkiye’de de “denizde balık bitmez” anlayışı yerleşti. Bununla beraber gelişen teknoloji, avcılık yöntemlerinin acımasızlaşmasına neden oldu. Proje boyunca konuştuğumuz küçük ölçekli balıkçıların tamamı, geleneksel avlanma yöntemlerine karşılık bu teknoloji ve hırsın baş edilemez hale gelmesinden şikâyetçiydi.

Muğla Akyaka’nın en eski balıkçılarından Tahir Amca, paraketesini Gökova’nın sularına atacak. Bölge balıkçıları sezona göre ağ veya paragat ile bazen derin sularda, bazen de sığ alanlarda avlanıyor. Tahir Amca gibi çocukluğundan beri balıkçılıkla geçinen çok az insan kalmış artık. Bunun nedeni suların artık bereketini kaybetmesi.

ORKİNOS SÜRÜLERİNDEN BUGÜNLERE

Projede tanıştığımız Saros Körfezi’ndeki balıkçılar, bugün dalyan kurdukları koyda eskiden geceleri orkinos sürülerinin seslerinden uyuyamadıklarını anlatıyor. Orkinos sürülerinin avlanmak için kovaladığı daha küçük türler kıyıya kaçar ve küçük kıyı balıkçıları da bu balıkları avlarmış. Bugün bu büyüklükte bir orkinos sürüsünün o kıyılara ulaşma şansı bile yok. Hemen hepsi, henüz göç sezonu bitmeden ve yumurtlamak için çıktıkları rotalarını bile tamamlayamadan büyük balıkçı filoları tarafından yakalanıyor. Ya doğrudan dış pazara satılıyor, ya da çoğunluğu orkinos çiftliklerinde semirtilmek üzere götürülüyorlar.

Kontrolsüz av, mavi yüzgeçli orkinosu Akdeniz’de yok olma noktasına getirdi.

Sonuç: Kontrolsüz av, mavi yüzgeçli orkinosu Akdeniz’de yok olma noktasına getirdi. Yeni yeni artan kontrol ve tedbirler buüst yırtıcılardan birinin yok olmasını engelleyebilecek mi, bilemiyoruz. Bir yandan hızla büyüyen av filolarıyla beraber azalan stokların paylaşılamaması yasadışı avcılığı körüklüyor, diğer yandan da komisyoncu sisteminin yerleşmesi sektörü çıkmaza sürüklüyor.

Geleneksel zıpkın yöntemi ile kılıçbalığı avcılığı Türkiye’de artık neredeyse sadece Gökçeada’da yapılıyor. Her gün daha da gelişen teknolojik olanaklar ile avlanan endüstriyel avcıların yanında zıpkınla kılıçbalığı avı giderek kaybolmakta olan bir sanat dalı gibi. Mehmet ve Gürdal Öksüz kardeşler bu zor ve maharet isteyen yöntemle avlanmaya devam eden sayılı balıkçılardan. Teknenin dümeni ailenin en genci 13 yaşındaki Okan’a teslim edilmiş.

Tüm bu kargaşanın gölgesinde kalan küçük balıkçılar ise, sayıca çoğunluğu oluştursa da, ne büyük sermayelerin döndürüldüğü sektör içinde, ne de kanun yapıcıların gözünde seslerini duyurabiliyor. Bu durum yalnızca bir grup insanın geçim kaynağının kaybolmasına değil, denizlerimizdeki yaşamın hızla tükenmesine ve deniz ürünlerinin giderek pahalanıp herkes için adil bir gıda kaynağı olmaktan çıkmasına neden oluyor.

Akdeniz’in en değerli türlerinden kılıçbalığı, suların en sakin olduğu zamanlarda avlanabiliyor. Avın verimi ise balıkçının tecrübesi ve keskin gözlerine bağlı. Son derece zor olan bu yöntemin en önemli özelliği, küçük boydaki balıkların korunmasına yardımcı olması, çünkü balığın avlanılabilecek boyutlarda olup olmadığına balıkçı karar verebiliyor.

Ağlar artık bölgelerin özgün türleri yerine çöple doluyor. Mersin’de, İskenderun’da Doğu Akdeniz akıntıları ile kıyılarda biriken çöpler adeta denizin üstünü örtüyor. Eskiden çok daha seçici olabilen kıyı balıkçıları, artık ağlarına ne düşerse avlamaktan çekinmez hale geliyor. Giderek azalan av miktarı onları da sürdürülebilir yöntemlerden ve seçicilikten uzaklaştırıyor. Gökçeada’da hâlâ geleneksel zıpkın yöntemiyle kılıçbalığı avlayan tekne sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Yavru kılıçbalığı avının önüne geçebilen, ya da hedef türü dışında başka türlere zarar vermeyen bu yönteme karşılık, yasadışı olan “akıntı ağı” gibi tahrip edici yöntemler, türün yok oluşunu hızlandırıyor. Orkinos, kılıçbalığı gibi büyük yırtıcı türler Akdeniz’de varlık mücadelesi verirken, bir yandan da büyük av tekneleri, ileri teknolojileri ile onların gıdası olan daha ufak türleri (her seferinde binlerce ton avlayarak) silip süpürüyorlar.

Tüm bunların en yakın tanıkları, kıyılarda avlanan küçük ölçekli balıkçılar. Boş ağlar, paraketeler, tükenen umutlar, satılmaya çalışılan, ama kimsenin rağbet etmediği kayıklar, giderek yok olan bir aile mesleği…

İstanbul Boğazı stratejik özelliğinin yanı sıra balıklar için önemli bir göç yolu olması nedeniyle dünyanın en önemli su yollarından biri.

BALIKÇILIK NASIL YÖNETİLMELİ?

Balıkçılık yönetimi kolay bir iş değil. Bunun en önemli adımı, denizel ürün stoklarının tespiti ve buna uygun biçimde av filolarının dengelenmesi olacaktır. Elimizde stok verileri yokken, av filolarının büyümesine kâr kaygısıyla izin vermek, baştan kaybetmek demek. Türkiye’de balıkçılıkla ilgili kapsamlı çalışmalar yapan, denetleyen, yasaları güncelleyen bir bakanlık yok. Bu gibi yönetsel eksiklikler büyük tekne sayısının çarpık bir biçimde artmasına, böylece kontrolün elden çıkmasına neden olmuş durumda.

Küçük tekne sayıca fazla gözükse de, bu teknelerin yarıdan fazlası ekonomik anlamda artık denize çıkamayacak halde, çünkü denizde avlayacak balık kalmadı. Büyüyen filolar, büyük tekneler ve devasa ağlar stokları hızla tüketince bu kez yasadışı avlanmanın önü açıldı. Tezgâhlarda avı yasak yavru balıklar satılmaya başladı. Her sezon başlangıcı adeta bir heyecana dönüşmeye başladı. Bu yıl palamut var-yok; bu yıl hamsi çok, 10 gün sonra yok; lüfer daha olgunlaşmadan çinekop tezgâha düşer, sonra lüfer yok diye sızlanılır; kalkanı zaten gören yok… Liste böyle devam eder. İşler kontrolden çıktıkça herhangi bir balıkçılık stratejisi yaratmak, izlemek daha da zorlaşıyor. Hele ki talebin sürekli büyüdüğü bir deniz ürünleri ve zincirler halinde kurumlaşan bir gıda sektörü varsa…

İstanbul’un simge balığı lüfer, sezonunu dört gözle bekleyen meraklıları için çok değerli. Ancak büyük gırgır teknelerinin Boğaziçi’ndeki av sahalarında yaptığı ihlaller yüzünden kıyıdan avlanan amatör olta balıkçıları için bile artık yeteri kadar balık kalmadı.

Birleşmiş Miletler’in 2018 tarihli bir raporuna göre, Akdeniz dünyanın aşırı avlanmaya en çok maruz kalan denizi. Dünya denizlerindeki balıkların üçte birinin avlandığı belirtilen raporda, bu durumun sürdürülebilirlik sınırlarını aştığı, deniz ekosistemi ve küresel gıda güvenliği için risk teşkil eder hale geldiğinin altı çiziliyor. Bundan yalnızca balıkçılar mı sorumlu? Balıkçılık, avcıdan kabzımala, satıcıdan restorana ve nihai tüketiciye kadar her aşamada ilgili tarafa sorumluluk yükleyen bir sektör. Bilinçli tüketim, bilinçli avcılık ve en önemlisi denizlerin bir ekosistem olarak bütüncül korunması için çok acil önlemler alınması tek çaremiz.

Greenpeace’in de Denizin Tanıkları projesinin devamında “yavru balık avının durdurulması” ve “deniz koruma alanlarının oluşturulması” üzerine kampanyalar yürütmesi bu yüzden. Bunun en önemli parçası da tüketici bilincinin artması ve tam koruma altında denizel rezerv alanları oluşturmak.

Türkiye’in Akdeniz kıyısında en uç nokta olan Hatay Samandağ, balıkçılıktaki yeri nedeniyle de önemli bir kıyı alanı. Doğu Akdeniz akıntılarının burada yaşayan türler için çok önemli bir etkisi var, ancak aynı akıntıların Kıbrıs Kanalı üzerinden taşıdığı plastik atıklar ve açık denizlerin pisliği Samandağ kıyılarında toplanıyor.

SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL, ADİL…

Denizlerden adil bir şekilde faydalanabilmek için kıyı balıkçılığı ile endüstriyel balıkçılığın dengelenmesi, daha önemlisi sistemsel değişikliklerin çok geç olmadan yapılması gerekiyor. Kim, neler yapabilir? Küçük balıkçıların seslerini duyurmak için daha fazla kooperatifleşmeleri, adil bir yönetim için önemli bir adım olacaktır. Yerel ve ulusal yönetimler, gerçekten sürdürülebilir avlanan küçük ölçekli balıkçıları pek çok yoldan teşvik edebilir; finansal destek vererek, av malzemelerini az tahrip edici olanlarla değiştirmeleri için destekleyerek, haklarını koruyarak, ortak kaynaklardan faydalanmalarını sağlayarak. Buna dönük yasal zemin hazırlamak ve tam koruma altına alınan deniz rezerv alanları oluşturarak.

Avlanma sezonunun son günlerinde Çanakkale’nin Babakale Limanı’na yanaşan trol tekneleri yakaladıkları balıkları boşaltıyor.

“Sürdürülebilir” yerine “adil balıkçılık” terimini tercih etmeliyiz… Doğa ve insan arasındaki karşılıklı bağa dayanan, birbiriyle mücadele etmek yerine bir bütünün parçaları olarak gören bir sistem anlayışını geliştirmeliyiz. Her zamankinden daha fazla, ciddi ve iyi bir denizel yönetime acilen ihtiyaç var; sadece balıkçılık açısından değil, bütüncül bir yaklaşımla kendi deniz ekosistemini dünya genelinde gerçeklere dayandırarak değerlendirecek bir yönetime… Bizim “bakanlık” vurgumuz da bu nedenledir.

Osmanlı döneminden günümüze ahşap balıkçı teknesi yapımının sürdüğü Zonguldak Kurucaşile’de artık eskisi kadar tekne üretilmiyor.

*Banu Dökmecibaşı: 2000-13 yılları arasında Greenpeace Akdeniz Ofisi’nde toksik maddeler kampanyası ve ardından denizler kampanyası sorumluluğunu yürüttü. Denizin Tanıkları projesinde bu kapsamda yer aldı. Yaklaşık üç yıldır Uruguay’da yaşıyor. Doğa korumasıyla ilgili projelerde yer almaya devam ediyor.

Gökova ve Datça’da kadınlar da balıkçılık yapıyor. Seniha Başak da, Muğla Akyaka’nın eski balıkçılarından.

EN KÖTÜ SEZONU YAŞADIK

Türkiye bu yıl balık açısından en verimsiz dönemlerinden birini yaşadı. Hamsi bir ay sürdü, palamut yok denecek kadar azdı, kofanayı gören olmadı. Peki, sorun genel mi? Yoksa yaşadıklarımız bu yıla mı özel? Uzmanların bu sorulara verdiği yanıtlar son derece vahim bir gerçeği işaret ediyor.

YAZI: Serkan OCAK

“KENDİ BALIĞIMIZI BİTİRDİK, NORVEÇ’TEN ALIYORUZ”

Prof. Dr. Bayram Öztürk İstanbul Üniversitesi Su Bilimleri Fakültesi Tokyo Üniversitesi Deniz Bilimleri misafir öğretim üyesi

“Türkiye’de yapılması gereken ilk iş, denizlerde koruma alanları oluşturmak. Bizim şu anda tuttuğumuz balık, gelecek nesillerin balığı. 10 santim bile olmayan mezgit, küçücük izmarit, küçücük barbun, tekir, yavru halde avlanıyor. Aşırı avlanılıyor. İki haftada balık bitiyor, sonra “balık kalmadı” deniliyor. Türkiye’nin bu döngüden kurtulması gerek. Bunun için de ulusal bir plan olmalı. Ne kadar tekne gerekli, ne kadar su ürünleri fakültesi olmalı, bunların hep hesaplanması lazım. Eskiden Devlet Planlama Teşkilatı bunu yapardı. Şimdi o yok. Et ve Balık Kurumu fiyatı belirlerdi. Şu anda bunu kabzımallar belirliyor. Buna da serbest piyasa deniliyor. İş, vahşi kapitalizme kaldı. Ormanı, tarımı yönetenlere sorun; mutlaka bir plan vardır. 20 yıl sonra ne yapılacağı bellidir. Avrupa’da 50 yıl sonrası bellidir. Ama balıkçılıkta bu maalesef yok. Uygulanır ya da uygulanmaz, bu sonraki iş. Önemli olan bir planın olması. Bir söz vardır, “rotası bilinmeyen dümene hiçbir rüzgârın faydası yoktur.” Bizim bir rotamızın olması gerekiyor. Herkes günü kurtarıyor.

Türkiye bir deniz ülkesi. İnsanlara karides tutup yedirmek lazım. Ne kadar çok balık yersen ilaca o kadar az para ödersin. Balık tüketimi Türkiye’de kişi başına yıllık 10 kilogram bile değil. Japonya’da 60 kilonun üzerinde. Avrupa Birliği 25 kilo. Türkiye’de bunu artırmak gerekiyor.

Bu aynı zamanda bir sürdürülebilirlik meselesi. Bize bu balıkları geçmiş kuşaklardan aldık. Bizim de geleceğe balık bırakmamız gerekiyor. Türkiye, beş milyon nüfusu bulunan Norveç’ten uskumru alarak idare ediyor. Çünkü kendi uskumrumuzu bitirdik. Balıkçılık sektörü Türkiye’de hızla krize gidiyor. Balık avcılığı azalınca yapacak iş yok. Bu bir sektör ve korunması gerek. Kültür balıkçılığı da çok önemli. Kültür balıkçılığı mavi ekonomi demek. Balık üretiminin artması demek. Levreği, çipurayı ucuza yiyebiliyorsak kültür balıkçılığı sayesinde.”

“PALAMUT VE LÜFERİ KORUYAMADIK”

Prof. Dr. Saadet Karakulak İstanbul Üniversitesi Balıkçılık Teknolojisi ve Yönetimi Ana Bilim Dalı Başkanı

“İyi bir balıkçılık yönetimi yok. Bilimsel olarak balık stoklarının belirlenip balıkçıya bildirilmesi gerekiyor. Balıkların kendi neslini devam ettirmesi için bu çok önemli. ABD, Kanada ve tüm AB’de balıkçılığın birliğinden sorumlu olanlar bunu yapıyor. Bizde ise bu yok. Balıkçı sürekli denizde dolaşıp avlayabildiği maksimum balığı avlıyor. “Dur” diyen yok. Denize çıkan balıkçı aşırı avcılık da yapıyor, kural dışı avcılık da… Birbirinin içine girmiş hatalar zinciri var. Eskiden bakanlık eksikliklerinden dolayı karar veremiyordu. Su Ürünleri Kanunu’nun mutlaka güncellenmesi gerektiği belirtiliyor. 48 yıl sonra geçen Kasım güncellendi. Yani o sorun çözüldü. Bakanlığa kontrol ve denetim hakkı tanındı. Ancak halen bu tam olarak uygulanamıyor. Gerekli denetimler yapılamıyor. Neden? Çünkü yeterli eleman yok. Balığın karaya çıktığı noktalarda daha fazla eleman lazım. Sistem lazım. Balıkçılığı takip edilmesi gerekiyor.

Hamsi, palamut ve lüfer bizim için çok önemli. Akdeniz Havzası’nda en çok hamsi ve palamudu Türkiye avlıyor. Geçmişten bugüne bu böyle devam etti. Maalesef bu iki balığı da koruyamadık. Balıkçıya kota veremiyoruz. Balıkların büyük boylarını artık hiç göremiyoruz. Palamudun torik ve piçuta denilen en büyük boylarını kaybettik. Balık stokları azalınca boylar küçülür. Lüfer de öyle oldu. Artık kofonayı görmüyoruz. Eylül itibariyle sezon başlasa da hamsi bir ay sürdü. Palamut hiç avlanılmadı. Lüfer de aynıydı. Av sezonlarının gitgide kısaldığını düşünüyoruz. Balıkçı sezonu borçla kapattı. Balık bitti, ama orkinos veya kılıçbalığının bitmesinin bir nedeni, bu balıkların denizleri terk etmesi. Çünkü bu balıklar temiz denizleri seviyor. Karadeniz ve Marmara artık eskisi gibi temiz değil. Marmara’da oksijen bile kalmadı. Marmara ölüyor.”

Palamut

Lüfer

ATLAS NİSAN 2020

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap