Anasayfa Gündem Son Tırmanış

Son Tırmanış

Atlas, 2003 Temmuz’unda Ala Arça Dağları’nda hayatını kaybeden ekspedisyon editörü Uğur Uluocak’ın son tırmanışına 125. sayıda yer vermişti.

 

ALA ARÇA’NIN DUVARLARINDA

Uğur Uluocak, Haldun Ülkenli ve Alper Işın Duran’dan kurulu Atlas ekibi, dünyanın belki de en muhteşem dağlarına, Kırgızistan’daki Ala Arça’ya gittiler. Ak Say Buzulu’nu çevreleyen sarp kayalıklar üzerinde, zorluk derecesi yüksek tırmanışlar gerçekleştirdiler. Her şey ama her şey çok güzeldi. Ta ki 2 Temmuz günü… Keşke o günü atlamanın bir yolu olsaydı.

Yazı: Haldun Ülkenli / Fotoğraf: Öztürk Kayıkçı

25 Haziran 2003 günü sabaha karşı, Bişkek Havaalanı’nda, deklarasyon formlarını doldurup minibüsle, bize ayrılan apartman dairesine ulaştık. Biraz dinlenip, acentemizin bürosuna gittik. Aksay bölgesiyle ilgili detaylı bilgileri alıp, rehberimiz Oleg’le (Alek okunuyor) tanıştık. Uğur’un Rusçasının bürodaki ve sokaktaki bütün iletişimimizi sağlamaya yetmesi, bu dili “biraz”dan çok daha fazla bildiğinin kanıtıydı.

Şehir manzarasının en etkileyici tarafı gideceğimiz dağların, hemen şehrin kıyısında olanca heybetleriyle yükseliyor olmasıydı. Evimize 35 kilometre uzaklıkta bir alpinizm bahçesi vardı. Sanırım bu yüzden sırt çantaları ve tırmanış malzemeleri pek yadırganmıyordu sokakta.

Ertesi gün 06:00’da Oleg yanında iriyarı, neşeli şoförümüz Nikolai ile kapıda hazırdı. Yağmur altında Ala Arça Milli Parkı’na doğru yola koyulduk. Hava kapalıydı. Bir gün önce dönüp dönüp baktığımız, şehrin yanı başındaki karlı dağlar, hemen oracıkta bulutların arkasındaydı. Ama biz önümüzde dümdüz uzanan, ağaçlarla çevrili geniş caddeden başka bir şey göremiyorduk. Uğur yine bizi şaşırtacak kadar başarılı Rusça performansıyla hararetli bir muhabbete koyuldu. Kahkahalar arasında, “Yaa bakın Nikolai de Don Kazaklarından, ailesi 100 yıldır buradaymış…” ya da “…yollar bakımsızlıktan iyice bozulmuş…” gibi tercümeleri de ihmal etmiyordu. Ala Arça Milli Parkı’na varıp, tesisteki odalarımıza yerleştikten sonra, Oleg’le 3000 metreye kadar yükseldiğimiz bir yürüyüş yaptık. Yağmur altında yaptığımız bu kısa gezi sırasında; yitirilen dağcılar anısına yapılmış bir mezarlığa da uğradık. Fazla mezar yoktu; ama irili ufaklı, taş ya da metal plaka şeklinde, genellikle üzerine resim işlenmiş ya da fotoğraflı çok sayıda anıt ve birkaç tane de büst vardı. Ziyaretçilerin sıkça uğradığı, taze çiçeklerden belliydi. Her tarafı dağlarla kaplı bu ülkede, dağlara ve dağcılara duyulan saygı büyüktü. Zaten karşılaştığınızda size “alpyınist?” diye soranların tavırlarından da anlaşılıyordu bu takdir ve saygı.

27 Haziran’da altı taşıyıcı, kampımızı bekleyecek bir dağcı ve rehberimizle birlikte, Aksay Vadisi’ni izleyerek 3bin 350 metredeki ana kampa ulaşmak yaklaşık dört saat sürdü. Yolda, bu yılın mart ayında Box zirvesinde çığda ölen genç dağcının mezarında kısa bir mola verdik. Son etabında çiçekler arasından geçerek ulaştığımız Ratsek Kulübesi, küçük bir şelalenin karşısındaydı. Bir zamanlar pek konforlu olduğu (etraftaki izolasyon plakaları, fırın, boru vs. kalıntılarından) anlaşılıyordu; hâlâ barınılabilir haldeydi. Ama olası fare hücumlarını da düşünerek dere kenarında hazırlanmış alana çadırımızı kurduk. Serin taş bina içerisinde, yiyecek hurcumuzu tavana asıp, ip üzerinden fare geçişini engelleyecek pet şişeden bozma bir engel yerleştirdik.

Böyle güzel ve rahat kamp yerlerinin tırmanışa gitmeyi zorlaştırabileceğini düşünürüm bazen. Yanımda sandalet getirip, ekibin tek ortak terliği olabilecek bu sandaletleri de Ala Arça Meteoroloji İstasyonu’nda bıraktığım için Uğur’dan sıkı bir fırça yedim. Zira çadırdan her çıkışımızda koca dağ botlarımızı giymek zorunda kalıyorduk. Ama sonra döndüğümüz güne kadar hep karda yürüdük. Kamp kurulup, yiyecekler ortaya saçılınca, muhabbet anında başladı. Taşıyıcılarımızdan birisi döner dönmez Lenin Zirvesi’ne gidecekti. Kafa göz yaran yeni lisanımızla iyice samimileşen ortamda; Ruslar Uğur’un (Rusçada “ğ” sesi olmadığı için herkes ona Yuri diyordu) yaptığı tırmanışları öğrenince votkalar art arda açılıp soframız şenlendikçe şenlendi. Zaten burada votka içki değil “gelenek” sayılıyordu. Kahvaltıda bile yeri vardı. Dima (Kar leoparı unvanlı dağcılardan) 500 cc’ye kadar votkanın trafik polislerince limitin altında sayıldığını iddia ediyordu.

28 Haziran… Yüksekliğe uyum ve rotaları incelemek için Oleg’le birlikte yola çıktık. Kampın yaklaşık 100 metre ilerisinde, yine bir anıt ve üzerinde plaketler vardı. Bu ülkede çok sayıda dağcı, yoğun ve zor tırmanışlar yapıyordu. Sağa kıvrılan vadiyi buzul boyunca izleyerek; 4 bin metredeki platoya kadar yükselip önce Hotel Korona adlı kulübeye (ki bir sonraki kamp yerimiz olacaktı) ve oradan da buzulun güneyine ilerleyerek, Özgür Kore (Svobodnaya Korea) zirve kütlesinin dibine kadar ulaştık. Gördüğümüz kadarıyla tırmanış için doğru yere gelmiştik. Dönüşte Uğur ve Oleg, Korona’nın kuzey yüzüne ulaşmak için izlenen yola bakmaya gidip, bizi de hayli ıslatan sağanak yağmurdan paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. Oleg’i yağış altında Bişkek’e yolcu ettik.

Yemek telaşıyla meşgulken, Uğur’un alışmadığımız kadar yüksek tonda bizi çağırmasının nedeni hepimizi güldürdü. Elinde kitapla çadırda uyuyakalıp, parmağındaki acıyla uyandığında; şirin suratıyla ona bakan kendisi de parmak kadar bir fareyle karşılaşmıştı. Kovalamaca kısa sürdü, ufaklık çadırdan uzaklaştırıldı. Tekrar yemeğe dönüp; soğanlı, sarmısaklı ve ayıptır söylemesi tavuklu bulgur pilavının yanında; konserve moloko (yoğunlaştırılmış şekerli süt) ile yapılmış kakaolu puding… Tadına bakan herkes bayıldı, ama bu kadar emeği yemek pişirmeye harcamamızı da anlayamadılar sanırım. Yağmur dinince dibinde kamp kurduğumuz kayalarda, birkaç kısa rotayı tırmanalım dedik. Gören geldi, gören geldi; bir ara ip başında 72 milletten dağcı kuyruğa girdik. Hava kararırken ipi topladık ve sabah, kampın yanındaki Ak Say zirvesine klasik rotasından tırmanarak hem çevreyi görmeyi hem de yüksekliğe uyum için fırsat yaratmayı planladık. Akşam muhabbetlerimiz sırasında Kırgızistan’ın heliskiing (zirvelere helikopterle ulaşıp, kayakla aşağıya inme) konusunda da hayli geniş olanaklara sahip olduğu anlaşıldı. Ama son bir yılda helikopter sayısı altıdan ikiye düşmüştü (rejim değişikliğinin getirdiği mali sorunlar yüzünden, bakımı yapılamayan araçlar uçamıyordu) ve “Asya’nın İsviçre’si olma” planları biraz sarsılmıştı.

Çadırdaki hesaplar çarşıya uymayıp 29 Haziran sabahı karlar içinde uyanınca, ani bir kararla 4 bin metre kampına taşınmaya karar verdik. Dört günlüğüne yukarı giderken, kurulu kampımızı Maşa’ya (Maria, aslen Sibiryalı) emanet edip yola çıktık.

Yolda Michael Jackson’ın müziği üzerine Uğur’la Alper arasında şiddetli bir tartışma yaşandı. Konu bir ara Miles Davis civarlarında dolaşırken, bir anda yolu aldığımızı anladık.

Bir gün önce geçtiğimiz vadi boyunca, patikalar taşlardan yapılmış babalarla, buzul üzerindeki az çatlaklı rotalar ise dal parçaları ve meteoroloji istasyonunun kalıntılarından sökülmüş metal çubuklarla işaretlenerek, güvenli bir hat oluşturulmaya çalışılmıştı.

Hotel Korona çatısı akan minik bir kulübeden ibaret; sürekli kullanıldığı hemen anlaşılan bir sığınak. Buraya, kamera pillerini doldurduğumuz güneş paneli ve kullanma suyumuzu güneşte ısıtacak siyah renkli su torbamızla Ay üssü süsü vermeye çalıştık. Manzaramıza diyecek yoktu. Her tarafımız zirveler ve tırmanılmayı bekleyen rotalarla doluydu. Zaten Kırgızistan’ın Ala Arça bölgesini seçmemizin nedeni, zorluk derecesi ve rota türü olarak çok fazla seçenek sunmasıydı. Kaya veya buz duvarlarının yanında, eğimleri yumuşak kulvarlar da vardı. Alpin tarzı tırmanışlara uygun, teknik zorluk derecesi yüksek onlarca rota, bir o kadar da dağcı… Spor tırmanış rotası açan Amerikalılar, Hollandalı kaya tırmanışçıları, Danimarkalı doğa yürüyüşçüleri, Kanadalılar, Avustralyalılar, Çek Cumhuriyeti’nden olanlar ve selamlaştıktan sonra, nereli olduklarını soramadığımız bir sürü insan. Sadece yabancılar değil, ülke içinden gelenler de fazlaydı. Özellikle de elinde tuvali ve boyaları ya da kuş gözlem dürbünü ile gezen pek çok kişiyle karşılaştık. Problemli çocuklarla yürüyüş yapan terapistler bile vardı. Ama dağ kesinlikle kalabalık değil, aksine sakindi. Bu kişilerle ana kamp ya da patikalar dışında hiç karşılaşmadık. Zaten bulunduğumuz platoda da bizden başka kimse yoktu. Gece olunca, sırtınızda taşıdığınız tulumun hafifliğinin, gecenin soğuğunun ağırlığıyla dengelendiği teorim ispatlandı.

30 Haziran, 04:40’ta kutumuzu terk edip, Korona’nın (4 bin 810 metre) batı yüzünden yükseldik. Tehlikeli olabileceği söylenen buzul çatlaklarını ipe girerek aştık. Hava yağışlı ve rüzgârlıydı. 09:30’da kuzeydeki sivrinin zirvesine vardık. Ana kütleye geçmeye karar verdik. Karşımıza bir granit baca çıkınca Uğur “Geç öne, göster hünerini” dedi Alper’e. “Peki”. Çok zor olmayan, ama teknik tırmanışın zevkini tattıran bir bacaydı.

10:30’da zirvedeydik. Bulutlar yüzünden pek fazla manzara yoktu. Ama iyi bir antrenman tırmanışı olmuştu. Kaya, buz ve karla kaplı karışık yüzeylerde, 4 bin 800 metre civarında güle oynaya bir gün geçirip saat 12:30’da kampa dönmüştük. Yine uzun yemek fasılları ve “yaa ne iyi etmişiz de gelmişiz” konuşmaları yaptık. Hele birkaç tırmanış yapalım, doya doya fotoğraf da çekecektik.

Özgür Kore zirvesinin kuzey rotalarından biri, etkinliğin teknik zorluğu yüksek tırmanışlarından olacaktı. 4 bin 740 metre yüksekliğindeki bu zirvenin kuzeyinde, 800900 metrelik buz tırmanışı ağırlıklı, ama kaya etapları da içeren rotalar vardı. Biz de kendimize Rusya Federasyonu Zorluk Derecelendirme Sistemi’ne göre 5A, yani Batı Avrupa’da TD/ED (Tres Difficile / Extremement Difficile = Çok zor / Çok çok zor) derecesinde bir rota seçmiştik. Bir yıl önce Reşko’da tırmandığımızdan çok daha zor değildi.

1 Temmuz’u hem rotaya hazırlanmak amacıyla buz tırmanışı yapmak, hem de yüzeyleri yakından inceleyebilmek için antrenman günü ilan ettik. Türkiye’de kolay bulamayacağımız kadar uzun cam buz rotalarda bolca inip çıktık. Bu tırmanışlarından biri sırasında oldukça eğlenen Alper, yukarı çıkınca Uğur tarafından azarlandı: “Daha yolun başındasın, eğlenerek tırmanışı küçümsememek gerek.” Özür. Tamam.

Hava ısındıkça tepemize düşen seraklardan (kar balkonları) da nasibimizi alarak, buz burgularımıza, kramponlarımıza, kazma ve çekiçlerimize olan güvenimizi iyice tazeleyip üsse geri döndük.

Bu teknik buz tırmanışları son derece önemliydi. 150 metrelik parkurlar. Bir dizi teknik detay. Çok yararlı tecrübeler.

2 Temmuz’da tatil yapıp dinlenme kararı aldık. Bir yandan da ana kampa “dört gün sonra döneceğiz” dediğimiz için hayıflanıyorduk. Çünkü tırmanışlar sandığımızdan çok daha güzel geçiyordu ve bir iki gün daha uzatsak pek hoş olacaktı. Ama olmadı. Uğur bu güzellikler arasından uçup gitti…

Atlas Ağustos 2003 / Sayı 125

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap