AtlasCopyright (c) 2015 Atlashttp://www.atlasdergisi.comKeşfetmek İçin Bak20240319T095158-020015Atlashttp://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2015/01/atlas-logo.pnghttp://www.atlasdergisi.com/24098Atlas<![CDATA[Amazon’un kayıp şehirleri]]>http://www.atlasdergisi.com/kesfet/amazonun-kayip-sehirleri.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/amazonun-kayip-sehirleri.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/amazonun-kayip-sehirleri.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/amazon.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/amazon.jpg3003520240309T130047-020020240309T130047-0200AtlasAmazon yağmur ormanlarında bir dizi kayıp şehir bulundu. Sınırları birkaç ülkeye yayılan Amazon ormanlarının Ekvador’da yer alan Upano Vadisi’nde, bin 500 ila 3 bin yıl önce gizemli bir medeniyetin gelişmiş bir şehir ve yol ağı inşa ettiği ve ardından kayıplara karıştığı anlaşıldı.  Arkeolog Stéphen Rostain, 20 yıldan uzun süre önce Ekvador Amazon’unda toprak höyükler ve toprağa gömülü yolların izlerine rastlamıştı. Ancak Amazonlar’ın sık orman örtüsü içinde saha çalışması yapmak ve tarama teknolojilerini kullanmak çok güçtü. Son birkaç yılda ise gelişmiş lazer sensör teknolojileri (LIDAR) bilim insanlarına ormana yeni bir gözle bakma fırsatı verdi. Sonuçları yakın zamanda Science dergisinde yayımlanan bilimsel çalışmaya liderlik eden Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nden Rostain, bölgede tarımın 2 bin yıldan da önce başladığına dair kanıtlar elde ettiklerini açıkladı. Upano Vadisi’nde birbirlerine yollarla bağlanan, tarımsal alanlar ve nehir drenajlarıyla iç içe geçmiş, geometrik bir düzende dağıtılmış 6 binden fazla höyük tespit edildi.  And Dağları’nın doğu eteklerindeki vadide saptanan şehir merkezleri, henüz İspanyolların Amerika kıtasına ayak basmadığı, Avrupa’da Roma İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü çağlarda Amazon’daki kentsel doku yoğunluğuna dair bilgiler veriyor. Şehirler, 10-20 kilometre uzunluğunda ve genişlikleri 10 metreyi bulabilen yollarla birbirlerine bağlanıyordu. Yol ağı tarlalar, drenaj kanalları ve teraslar ile iç içe geçmiş anıtsal yapıları, meydanları ve sokakları da birleştiriyordu. Bu alanların MÖ 500 ile MS 300-600 yılları arasında Upano insanlarınca kullanıldığı düşünülüyor.  İnka ve Mayaların aksine Amazon’un bu bölgesinde yaşayanlar taş yerine çamur kullanmak zorundaydı, yani buralarda çok sayıda işçi çalışmış olmalı. Belki de Amazon sanıldığından başka bir geçmişe sahipti… FOTO İMZA: ANTOINE DORISON, STÉPHEN ROSTAIN]]>atlasdergisi.com<![CDATA[NORVEÇ’TE DERİN DENİZ MADENCİLİĞİ BAŞLIYOR]]>http://www.atlasdergisi.com/genel/norvecte-derin-deniz-madenciligi-basliyor.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/norvecte-derin-deniz-madenciligi-basliyor.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/norvecte-derin-deniz-madenciligi-basliyor.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/NORVECTE-DERIN-DENIZ-MADENCILIGI-BASLIYOR-2.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/NORVECTE-DERIN-DENIZ-MADENCILIGI-BASLIYOR-2.jpg3003120240308T135549-020020240308T135549-0200AtlasNorveç, Kuzey Buz Denizi’nde derin deniz madenciliğine onay verdi. Karar “deniz bir felaket olarak” yorumlanıyor.  Petrol ve doğalgaz rezervleriyle dünyanın en zengin ülkelerinden biri olan Norveç’te hükümet ve bazı muhalefet partileri, tüm itirazlara rağmen Kuzey Buz Denizi’nde (Arktik Okyanusu) ticari derin deniz madenciliğinin yolunu açtı. 9 Ocak’ta alınan karara gerekçe olarak “petrol ve gaza bağımlılığın azaltılması” ve “yeni istihdam alanları yaratılması” gösterildi. Böylece Norveç, dünyada kendi kıta sahanlığında derin deniz madenciliği başlatmak için adım atan ilk ülke oldu. Uluslararası çevre örgütü Greenpeace ise “karar, deniz için bir felaket” yorumunda bulundu.  [caption id="attachment_30032" align="aligncenter" width="1500"] Norveç’in izole Svalbard Adaları, derin deniz madenciliğinin ilk durağı olacak.[/caption] Kuzey Buz Denizi halihazırda iklim değişikliğinin afallatıcı etkileriyle karşı karşıya. Şimdi de 280 bin kilometrekareden fazla alanda deniz tabanında maden aranacak. Maden çıkarma işlemi sürdürülebilir bir şekilde yapılabilir mi? Hükümet bunu önemsediklerini söylese de işin kârlılığı da deniz dibi madenciliğinin geleceğinde belirleyici olacak. Peki, deniz tabanında hummalı bir faaliyet sürdürülürken sualtı ekosisteminin bundan etkilenmemesi mümkün mü? Uzmanlar balinaların, deniz kuşlarının ve Norveç’in önemli geçim kaynaklarından balık stoklarının mutlaka etkileneceğinde hemfikir.  Norveç dünyanın bu kararı veren ilk ülkesi oldu, şimdi bu işlemi yapmak isteyen şirketlere özel imkânlar sağlaması bekleniyor.  Norveç kıta sahanlığında metal ve mineraller içeren sülfit ve manganez oluşumları bulunduğu belirtiliyor. Bu metal ve mineraller de pil, rüzgâr türbini, PC ve mobil telefon yapımında kullanılıyor.   FOTO İMZA: SEAN GALLUP / GETTY IMAGES]]>atlasdergisi.com<![CDATA[GÜNEY KUTBU: PLASTİK SORUŞTURMASI]]>http://www.atlasdergisi.com/genel/guney-kutbu-plastik-sorusturmasi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/guney-kutbu-plastik-sorusturmasi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/guney-kutbu-plastik-sorusturmasi.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/PLASTIK-SORUSTURMASI.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/PLASTIK-SORUSTURMASI.jpg3002820240308T135256-020020240308T135256-0200AtlasPlastik doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün küreye ulaştı. Ancak Dünya’da hâlâ bozulmamış bazı büyük alanlar var ki, onlar tüm gezegenin sağlığını yakından ilgilendiriyor. Antarktika da o özel yerlerden biri; Dünya’mızın soğuk ve buzlu güney ucu. Beyaz kıtada plastik kirliliğinin ilk izlerine geçen yıllarda rastlandı; taze karda mikroplastik, yani 5 milimetreden küçük plastik parçaları bulundu. Şimdi de Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu ve Arjantin Antarktika Enstitüsü konuya eğiliyor. Bir Arjantin buzkıran gemisiyle yola çıkan bilim insanları, penguen dışkılarından, deniz yatağındaki çökeltilerden ve buz örtüsü etrafındaki sulardan örnekler topladı. Peki, mikroplastikler akıntılarla mı Antarktika’ya taşınıyor, yoksa kıtadaki insan faaliyetleri sonucu mu ortaya çıkıyor? Örneklerin analizinde kullanılacak yöntemler bu soruya yanıt olabilir. FOTO İMZA: MARTIN KLINGENBOCK/IAEA]]>atlasdergisi.com<![CDATA[Atlas'ın Mart sayısı çıktı]]>http://www.atlasdergisi.com/atlas-dergisi/atlasin-mart-sayisi-cikti.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-dergisi/atlasin-mart-sayisi-cikti.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-dergisi/atlasin-mart-sayisi-cikti.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/atlas.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/03/atlas.jpg2996820240301T145151-020020240301T145151-0200Atlas]]>atlasdergisi.com<![CDATA[Denizlerimizdeki yabancılar]]>http://www.atlasdergisi.com/kesfet/denizlerimizdeki-yabancilar.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/denizlerimizdeki-yabancilar.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/denizlerimizdeki-yabancilar.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/deniz-1.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/deniz-1.jpg2985520240220T105148-020020240220T105148-0200AtlasSüveyş Kanalı’yla Kızıldeniz’den ya da gemilerin tanklarına çektikleri sularla uzak okyanuslardan geliyor ve önce Akdeniz’de, ardından Ege, Marmara ve Karadeniz’de çoğalıyor; deniz suyu sıcaklığındaki artışla giderek kalıcı hale geliyorlar. Türkiye sularında yaşam değişiyor…

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: TOLGA TAYMAZ

Mısır sularında onunla ilk karşılaşmamız hâlâ aklımda. Derinliği bir metreyi geçmeyen suda binlerce küçük balığa bakarken birden hepsi kenara çekilmiş ve onunla yüz yüze gelmiştim. Taşıdığı zehir sebebiyle kendinden emin, kaçmaya gerek duymadan sakince bize bakıyordu. Bir Japon savaşçısına benziyordu. Kızıldeniz dalışında aslan balığını görmeyi heyecanla bekliyorduk ve daha ilk suya girdiğimizde işte, karşımızdaydı… Yıllar sonra bu türü Türkiye denizlerinde Kızıldeniz’den daha fazla göreceğimizi tahmin bile edemezdik...

“Yabancı”, “göçmen”, “istilacı” veya “egzotik” tür gibi tanımlamalar hem gündelik hem de akademik hayatta giderek daha fazla karşımıza çıkıyor, denizlerimizdeki bu yeni görülmeye başlayan türlerle ilgili haberler ve çalışmalar artıyor. Peki, bu tanımlamalar tam olarak ne ifade ediyor?

“Yabancı tür”, kendi doğal yaşam ortamı dışında başka bir ortama taşınan ve orada yaşayan canlıları ifade ediyor. Eğer bir yabancı tür, yeni yerleştiği ortamda diğer türlere zarar veriyorsa, biyolojik çeşitliliği, ekolojiyi, ekonomiyi veya sağlığı olumsuz yönde etkiliyorsa, artık ona “istilacı tür” veya “yabancı istilacı tür” deniyor.

Dünyada türler doğal yollarla binlerce yıldır yer değiştiriyor ancak son 400 yıldır insan etkisinin artmasıyla bu taşınma daha belirgin hale geldi. Doğal ortamında av-avcı dengesi, doğal hastalıklar gibi nedenlerle sayıları belli oranda kalan türler, yeni geldikleri ortamlardaysa doğal baskının veya hastalıkların olmaması, iklim değişikliği gibi etkenlerle dengeyi bozacak şekilde çoğalabiliyorlar.

Denizlerimizde yabancı türler özellikle Süveyş Kanalı’nın açılması, deniz trafiğinin artması, gemilerin dengelerini sağlamak için balast tanklarına aldıkları sularla Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus türlerini taşıması, bir yandan da su ürünleri ve akvaryum yetiştiriciliğiyle arttı. İklim değişikliği de gelen türlerin daha iyi uyum sağlamasına hizmet etti. Her ne kadar denizel yabancı türler dendiğinde akla önce balıklar gelse de bitkiler ve hayvanlar aleminden pek çok canlı da bu göç kervanına katılıyor.

KIZILDENİZ’DEN AKDENİZ’E…

Kızıldeniz’den Akdeniz’e geçen türler, 1869’da yapımı tamamlanan Süveyş Kanalı’nın proje sorumlusu Ferdinand De Lesseps’e ithafen, “Lesepsiyen” türler olarak adlandırılıyor. Bu yolla geçen omurgalı ve omurgasız canlıların önce Akdeniz’in doğusunda çoğalıp sonra batıya doğru geçtiği ve yavaşça arttığı biliniyordu. Ancak on yıllar geçtikçe bu türlerin Akdeniz’deki popülasyonu çok daha hızlı bir artış gösterdi. Hem Asvan Barajı’nın yapılması hem de daha sonra Süveyş Kanalı’nın genişletilmesiyle, Nil Nehri’nin, kanalın Akdeniz ağzında oluşturduğu doğal tatlı su bariyerinin türlerin geçişini engelleyen etkisi azaldı. İklim değişikliğiyle deniz suyu sıcaklıklarının yükselmesi de yeni gelen türlerin Akdeniz’de kalışını kolaylaştırdı.

Aslan ve balon balıkları, istilacı türlerin en bilinenleri ama Akdeniz’de bine yakın yabancı tür var. Akdeniz’e çoğunlukla Süveyş Kanalı’ndan gelen yabancı türler, onları avlayabilecek orfoz, lahoz gibi türlerin hızla azalması ve deniz suyu sıcaklığının artmasıyla daha kolay yerleşip çoğalabiliyor. Bu türlerin sayısı kuzeye, Karadeniz’e gittikçe ise azalıyor. Karadeniz’e gelenler daha çok gemilerin balast sularıyla taşınıyor. Hepimizin tanıdığı deniz salyangozu ya da rapa salyangozunun Karadeniz’e 1940’lı yıllarda girdiği düşünülüyor. Bu, dirençli ve istilacı bir tür olmasına, midyeler üzerinde de ciddi bir tehdit oluşturmasına rağmen, bir yandan da ihraç kalemi haline gelerek ekonomiye katkı sağladı. 1980’li yıllardaysa yine Karadeniz’de görülmeye başlayan taraklı medüz, balık yumurtaları ve larvalarıyla beslenerek balıkçılığa zarar verdi, özellikle hamsi stokunda azalmaya yol açtı. Ancak başka tür bir taraklı medüzün Karadeniz’e gelmesiyle bu türün sayısı geriledi ve yarattığı baskı azaldı.

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN KASIM 2023 SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[400 yıl sonra ilk kunduz]]>http://www.atlasdergisi.com/kesfet/400-yil-sonra-ilk-kunduz.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/400-yil-sonra-ilk-kunduz.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/400-yil-sonra-ilk-kunduz.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/kunduz.jpeghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/kunduz.jpeg2985220240219T104420-020020240219T104420-0200Atlasİngiltere’nin başkenti Londra’da 400 yıl aradan sonra ilk kez yavru kunduz görüldü. Ülkede nesli tükenene dek avlanan kunduzlar, 2022 yılında Enfield Konseyi tarafından yeniden yabanlaştırma ve doğal taşkın yönetimi programı kapsamında başkente geri getirilerek doğaya bırakılmıştı. Çalışkan ve becerikli birer ekosistem mühendisi olan kunduzların yarattıkları doğal sulak alanlar bir biyoçeşitlilik sahasına dönüştükleri gibi, taşkınlara karşı da doğal bir bariyer oluştururarak çevre arazileri ve evleri selden koruyor. Kunduzlar şimdiden bölgelerine katkı sunmaya başladı bile...

FOTO ALTI: Bu yavru kunduz, türünün yüzlerce yıl sonra Londra’da doğan ilk örneği olabilir.

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[2024 devegillerin yılı]]>http://www.atlasdergisi.com/kesfet/2024-devegillerin-yili.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/2024-devegillerin-yili.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/kesfet/2024-devegillerin-yili.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/devegiller.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/devegiller.jpg2984920240219T104257-020020240219T104257-0200AtlasDeveler, lamalar, alpakalar, vikunyalar ve guanakolar, yaklaşık 90 ülkede, doğanın sert yüzünü gösterdiği kurak alanlar ve dağlık meralarda milyonlarca ailenin temel geçim kaynağını oluşturuyor. Afrika’da mevsimsel olarak sürüleriyle su ve gıda kaynaklarına göçen pastoralistler de, And Dağları’ndaki yerli topluluklar da bu hayvanların etinden, sütünden, yününden, gübresinden ve taşıma becerisinden fayda sağlıyor.

Birleşmiş Milletler, Bolivya hükümetinin önerisi üzerine 2024’ü Uluslararası Devegiller Yılı ilan etti. Maksat, kamuoyunun ve karar vericilerin dikkatini bu hayvanların gözden kaçan yaşamsal rollerine çekmek. İklim krizi çağında devegillerin ekosistemlerinin korunması, çölleşmeyle ve arazi bozulmasıyla mücadele edilmesi büyük önem taşıyor.

Hayvan refahı için ise sürdürülebilir hayvancılık ve tarıma yönelmek gerekiyor. Uzmanlar, devegilleri, sığırlara yapılan zalimce ve ekolojiden uzak muameleye maruz bırakmamak gerektiğini vurguluyor. Geleneksel bilgi ve etik, burada devreye giriyor.

Devegillerin yaşadığı toplam ülke sayısı 90

Fotoğraf: Tuareg ve devesi, Batı Sahara Çölü’nde ilerliyor.

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[“ÖNEMLİ DOĞA ALANLARI” DOĞA SAVUNMASI]]>http://www.atlasdergisi.com/fotograf/onemli-doga-alanlari-doga-savunmasi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/fotograf/onemli-doga-alanlari-doga-savunmasi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/fotograf/onemli-doga-alanlari-doga-savunmasi.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/Trakya_Mahmut-Koyas.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/Trakya_Mahmut-Koyas.jpg2983220240217T112643-020020240217T112643-0200AtlasTürkiye 2006’da “önemli doğa alanları” yöntemini uygulayan ilk ülkeydi. Ancak zaman ne yazık ki doğanın lehine akmadı. Nesli tehlike altındaki türlerin yaşadığı Türkiye’nin önemli doğa alanları envanteri,

17 yıl sonra Doğa Derneği tarafından güncelleniyor.

YAZI: DİCLE TUBA KILIÇ*

FOTOĞRAFLAR: MAHMUT KOYAŞ

“Sonra, belki bir gün gelir, biz de, seni, dallarında öten kuşları, çiçeklerine konan kelebekleri kendimiz gibi beller; hepimiz için şenelttiğiniz bu dünya yurdunda, onların da bizim gibi yaşamaya hakkı olduğunu anlar, hiçbirinize kıyamaz oluruz.”

--- Hikmet Birand, Alıç Ağacı ile Sohbetler

Tuz Gölü, Gediz Deltası, Doğu Karadeniz ormanları, Urfa bozkırları... Bitkiler, kelebekler, iç su balıkları, kuşlar, memeliler, Anadolu’nun diğer sakinleri… Doğa Derneği, çok sayıda uzmanın katkısıyla 2006 yılında nesli tehlike altındaki canlı türlerinin yaşadığı ve uluslararası öneme sahip “Türkiye’nin önemli doğa alanları” envanterini hazırlamıştı. O tarihten 17 yıl sonra hem biyolojik çeşitlilik ve habitatların güncel durumunu ortaya koymak hem doğamızın geçirdiği değişimi gözler önüne sermek için envanteri güncelleme çalışmaları başladı. Ekipte yer alan Prof. Dr. Ahmet Karataş “İlk çalışmada Türkiye’de dünya çapında önemli 305 Önemli Doğa Alanı tanımlanmıştı” diye anlatıyor; “O çalışmanın ardından Dünya Doğayı ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği (IUCN), Önemli Doğa Alanı (ÖDA) yöntemini öncelikli alanların belirlenmesi için uluslararası standart olarak kabul etti ve pek çok ülkede ÖDA belirleme çalışmaları başladı. Bu yöntemi kullanan ilk ülke olan Türkiye’nin önemli doğa alanları güncellendiğinde yine pek çok ülke için örnek bir çalışma gerçekleşmiş olacak.”

BENZERSİZ ANADOLU

Bu hikâye 300 milyon yıl önce başladı. Himalayalar ile Alpler arasında uzanan bir deniz vardı. Adı Tetis’ti. Bu deniz çekildi, Anadolu kara parçası ortaya çıktı. Bu kara parçası zamanla kıvrıldı, yükseldi, patladı. Nihayetinde göllerden ovalara, derin vadilerden yüksek dağlara muazzam bir coğrafya oluştu. Son buzul çağında coğrafyamız kurak ve soğuktu. Bir kısmı çölümsü bozkırlar, bir kısmı da büyük göllerle kaplanmıştı. 11 bin yıl önce ısınma başladı. İklim ılımanlaştı, ormanlar oluştu, göller çekildi. İlk yerleşimler kuruldu ve tarım başladı. Dağların bir kısmının denizlere dikey, bir kısmının yatay olması, yükseltilerin ve bakıların farklılığı, kapalı havzalar ve hepsini farklı şekillerde etkileyen iklim değişiklikleri Dünya’nın pek çok köşesine kıyasla Anadolu’da benzersiz bir ekosistem, habitat ve biyolojik çeşitlilik kazandırdı. Binlerce yıl boyunca insan doğanın bir parçası olarak bu zenginliği çoğaltarak yaşadı ama mülkiyet, güç, tahakküm gibi kavramların gelişmesiyle bu uyum bozuldu. Sanayi devrimi ise geri dönülmez yıkımların yolunu açtı.

Gezegenimizdeki pek çok habitat, ekosistem ve canlı türü zarar görmeye devam ediyor. Türlerin neslinin tükenmesinin yanı sıra dünyadaki yaşamın nasıl süreceği de belirsiz. Buna seyirci kalmaya dayanamayanlar canlıları, onların yaşam alanlarını, ekosistemleri yaşatmak için çalışıyor. Bu çalışmalardan biriyse tüm dünyada kabul gören önemli doğa alanları yaklaşımı. Bu ortak kavramın etrafında güç birliği yapmak, doğa için çalışan kurumların birlikte çalışabilmesi açısından da önem taşıyor.

Önemli Doğa Alanı yaklaşımı, hassas ve benzersiz alanları belirliyor. Bu alanlar ise nesli tehlikede ve yayılışı kısıtlı türler ya da onların hayatında önem taşıyan durumlar/fenomenler için bir dizi kriteri sağlıyor. Politika ve planlama çalışmaları bu alanları var edecek şekilde düzenlenirse dünya üzerindeki kritik türler ve ekosistemlerin yaşayacağı düşünülüyor.

Alan koruma yaklaşımının ilk bilimsel temelleri 1985 yılında Dünya Kuşları Koruma Kurumu’nun Önemli Kuş Alanı (ÖKA) kavramıyla atıldı. Sayısal kriterlerle belirlenen bu sistem tüm dünyada kabul gördü ve yaklaşık 13 bin ÖKA belirlendi. Kuşların arkasından önemli bitki alanları çalışmaları başladı. Doğa koruma uzmanları kuş ve bitkilere diğer türleri de eklemek istedi. Doğa Derneği koordinasyonunda uluslararası uzman kuruluşlarla her tür için ayrı alan belirlemek yerine farklı türleri kapsayacak bir kriter sistemi geliştirildi. Böylece ÖDA kavramı ortaya çıktı ve ortak bir makaleyle tüm dünyaya duyuruldu. Böyle bir çalışmanın Anadolu’dan yayılmış olması hepimizi sevindiriyor.

Önemli doğa alanlarını belirleme yönteminin ilk denendiği ülke Türkiye’ydi. Doğa Derneği, Türkiye’nin Önemli Doğa Alanları kitabını 2006 yılında yayımladı. Sivil toplum kuruluşları, kamu kurumları, uzmanlar, bilim insanları, kuş gözlemcilerİ, fotoğrafçılar ve özel sektör bu envanter için bir arada çalıştık. Sonucunda ülkemizin yaklaşık dörtte birini kaplayan toplam 305 Önemli Doğa Alanı belirlendi.

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN 2024 OCAK SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[BATMAN BANTLI ÇÖPÇÜ BALIĞI VE LEOPAR SAZANI: DİCLE’NİN KAYIP BALIKLARI]]>http://www.atlasdergisi.com/gundem/batman-bantli-copcu-baligi-ve-leopar-sazani-diclenin-kayip-baliklari.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/gundem/batman-bantli-copcu-baligi-ve-leopar-sazani-diclenin-kayip-baliklari.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/gundem/batman-bantli-copcu-baligi-ve-leopar-sazani-diclenin-kayip-baliklari.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/17-leopar-sazani-5.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/17-leopar-sazani-5.jpg2982620240216T112328-020020240216T112328-0200AtlasBatman bantlı çöpçü balığının Dicle Nehri’nin sularında 2021’de, 47 yıl aradan sonra tekrar bulunması önemli bir gelişmeydi. Sırada Dicle’nin nadir bir balığı daha vardı: Leopar sazanı. Ekibin uzun süren arayışı 2023’ün son haftalarında sonuç verdi. Dicle’nin bu iki balığı, “dünyanın en çok aranan 10 tatlı su balığı türü” arasında yer alıyordu.

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: METİN YOKSU

Derler ki Dicle ve Fırat âşıktır, binlerce kilometre boyunca birbirlerine kavuşmak için akarlar. Dicle bin 900, Fırat 2 bin 800 kilometre yol kat eder, iki âşık sonunda kavuşur; Şattülarap adıyla 193 kilometre daha akar ve Basra Körfezi’ne dökülür. İki nehrin arasında kalan Mezopotamya’nın verimli toprakları leopardan Fırat kaplumbağasına, şabut balığından çizgili ishakkuşuna türlü canlıya ev sahipliği yapar. Günümüzde bilimsel çalışmalar bölgenin biyolojik çeşitliliğini gözler önüne seriyor ama Dicle ve Fırat’a endemik nadir balık türleri ve onların yaşam alanlarındaki tehlikeler ancak bir avuç bilim insanının ısrarlı çabasıyla kısa süreliğine gündemde kalabiliyor. Tıpkı Batman bantlı çöpçü balığı ve leopar sazanı gibi...

2021 yılında Rize’nin Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nden Doç. Dr. Cüneyt Kaya ve Dr. Münevver Oral’ın çabaları sonucunda Batman bantlı çöpçü balığı bulundu. Bu türün 47 yıl aradan sonra tekrar bulunması bilim dünyasını heyecanlandırsa da gazetelerde ancak küçük haber olarak görüldü. Haberi okur okumaz irtibata geçtiğim akademisyenler, şimdi de Dicle Nehri’nin ikinci kayıp balığının, yani leopar sazanının peşinde olduklarını söyledi. Balık kayıptı. Ya nesli tükenmişti ya da yok olma raddesine gelmişti. Batman sınırlarındaki Hasankeyf’in sular altında kalma sürecini takip etmiş bir gazeteci olarak Ilısu Barajı’nın Dicle balıklarına verdiği zararı, milyonlarca balığının ölmesini belgelemiştim. Bu fotoğraflar, kayıp balığı arayan bilim insanlarıyla ilişkimizi güçlendirdi ve leopar sazanını arama sürecine böylece ben de dahil oldum.

Bu sırada dünyaca ünlü oyuncu Leonardo DiCaprio, Batman bantlı çöpçü balığının bulunduğu haberini sosyal medyada paylaştı. Bu paylaşım üzerine Türkiye’de medya kuruluşları konuya sonunda ilgi göstermişti. Batmanlı siyasetçiler de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden açıklamalar yapıyordu. İklim krizinden veya balığın yaşam alanının tehdit altında olduğundan ise çok az kişi bahsediyordu. Oysa esas mesele buydu. Bilim insanları bu balığın peşine düşmüştü çünkü tür Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği’nin (IUCN) kırmızı listesindeydi ve neslinin tükendiğine inanılıyordu. Batman bantlı çöpçü balığı, İngiltere merkezli doğa koruma örgütü Synchronicity Earth (Shoal) ve ABD merkezli Re:wild adlı kuruluş tarafından “dünyanın en çok aranan 10 tatlı su balığı” arasında sayılıyordu. Re:wild, Dicle-Fırat havzasında çalışmalar yapan Doç. Dr. Cüneyt Kaya’ya ulaşarak bu türü arama çalışmaları yapıp yapamayacağını sormuştu. Kaya, geçmişte havzada yeni türler keşfetmişti, hatta Adıyaman’ın Gölbaşı mevkiinde Fırat’ın Göksu kolunda bulduğu yeni bir balık türüne “ilk bulanın isim koyma” geleneğine göre kaybettiği annesinin adını vermişti: Paracabitis saliha. Ama sahada çalışacak asistan bulmakta zorlanıyordu. Dr. Münevver Oral’la bilimsel ortaklığı böylece başladı. Aynı üniversitede çalışan iki bilim insanı, dünyanın nadir 10 balığından birini Batman Çayı’nın üst kollarında ve Sarım Çayı’nda buldu.

HASANKEYF SUALTINDA, BALIK DA…

Rize’de 2021 baharında bilim insanlarıyla yaptığım görüşmelerin sonunda ben de gönüllü olarak leopar sazanını aramaya başladım. Siirt, Diyarbakır, Batman, Şırnak ve Mardin’de, kısacası Dicle ve nehrin yan kollarında balığın izinin peşindeydim. Bulduğum ipuçlarını yüzlerce kilometre uzaktaki bilim insanlarıyla paylaşıyordum. Görüştüğüm balıkçılara Rize Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Denizcilik ve Su Ürünleri Müzesi’ndeki leopar sazanının (Kürtçe adıyla “masiyê piling”) fotoğrafını gösteriyordum. Çoğu, balığın adını bile duymamıştı. Yaşlı balıkçılarsa onu görmüştü ama 20 yıl önce! Özellikle Hasankeyf’i sualtında bırakan Ilısu Barajı’nın yapılmasıyla nehirde balığın azaldığını söylüyorlardı.

[caption id="attachment_29830" align="aligncenter" width="1200"] DCIM100GOPROGOPR3851.JPG[/caption]

Hasankeyf henüz suya gömülmeden önce, 2011 yılında Hasankeyfli Süleyman Ağalday’ın ağına takılarak ölen leopar sazanı o dönem haber olmuştu. Ağalday’la görüştüm. Balığın nehrin derin yerlerini sevdiğini ama baraj göllerinde yaşama şansının çok az olduğunu söyledi. Anlattığına göre balığı o tarihten sonra bir daha Hasankeyf civarında gören olmamıştı.

Dicle, üzerinde kurulu barajlar nedeniyle nehir statüsünü büyük ölçüde kaybetti. Batman Çayı’nın Dicle Nehri’yle buluştuğu alanın neredeyse tamamı sualtında bırakıldı. Göbeklitepe gibi önemli bir diğer neolitik yerleşim olan Körtik Tepe’nin (Diyarbakır) de içinde yer aldığı alan, aynı zamanda Dicle Vadisi’nin başlangıcı sayılabilecek bir nokta. Dicle’nin Botan Çayı’yla birleştiği Siirt’in Çattepe (Tile Navro) köyü yakınındaki antik liman da sulara gömüldü. Burası aynı zamanda leopar sazanının yaşam alanıydı…

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN 2024 OCAK SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[STALİN’İN HAYALETİ]]>http://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/stalinin-hayaleti.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/stalinin-hayaleti.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/stalinin-hayaleti.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/DSCF8670_1.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/DSCF8670_1.jpg2982020240216T110452-020020240216T110452-0200AtlasJosef Stalin kimine göre diktatördü, kimine göreyse büyük bir lider...

Sovyet devlet adamıyla ilgili tartışmalar bir yana, Gürcistan’ın küçük bir şehri onu tutkuyla sahiplenmeye devam ediyor: Doğduğu yer Gori.

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: SERKANT HEKİMCİ

Soğuk bir aralık sabahının erken saatlerinde, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’in merkez tren istasyonundayız. Ben ve Rus yol arkadaşım Anton, yaklaşık bir saat 10 dakika sürecek yolculuğumuz için hızlıca birkaç şişe su alıp kalkmasına çok az süre kala trene biniyoruz. Tren Gürcistan’ın eski başkenti ve önemli şehirlerinden Kutaisi istikametine gidiyor, ancak biz yarı yolda ineceğiz. Bizim hedefimiz bir başka Gürcü şehri, Gori...

Yolculuk ettiğimiz vagon neredeyse sadece turistlerle dolu, çünkü Gürcüler vakit kaybetmek istemedikleri için Tiflis’in merkezinden Gori’ye yaklaşık yarım saatte giden minibüsleri tercih ediyor. Biz ve bizim gibi tren nostaljisi yapmak isteyen ziyaretçilerse Gürcistan’ı demiryollarıyla geziyor. Rus, Hint, Alman ve İsviçreli turistlerle yolculuğumuz başlıyor.

Anton ile birkaç gün önce Tiflis’in arka mahallelerinde, Sovyetler Birliği’nden kalan bloklarından birinde tanışmıştık. Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle özellikle Rusya’nın başkenti Moskova ve bir diğer büyük şehri St. Petersburg’dan pek çok genç ülkesini terk etmiş durumda. 21 yaşındaki genç dostum İspanya’ya gitmek istese de Avrupa Birliği, Rusya Feredasyonu vatandaşlarının seyahatlerini kısıtlayınca askere alınmamak için Tiflis’e gelmiş. Anton, Sovyet tarihine ilgisiz pek çok Rus gencinin aksine bu döneme çok meraklı. Ona Gori’ye gitmek istediğimi söylediğimde hemen bana katılmak ve Gürcücesi az olsa da Rusçasıyla bana yardımcı olmak istemişti.

Engebeli Gürcü coğrafyasında yol alan trenimiz sarp dağları geçip düz ovalara iniyor, nehir kenarlarından kıvrılarak yoluna devam ediyor. Anton telefonundaki harita uygulamasından Gori’de ziyaret etmek istediğimiz noktaları belirlerken, ben de vagondaki Hindistanlı çiftle sohbet ediyorum. Batum, Kutaisi gibi ülkenin daha büyük, daha turistlik şehirleri varken neden Gori’yi tercih ettiklerini soruyorum. Cevapları benimkiyle aynı: Çünkü Gori, Sovyet lideri Josef Stalin’in doğduğu ve 15 yaşına kadar yaşadığı şehir.

Asıl adı Yosif Visaryonoviç Cugaşvili olan ve 1878 yılında Gori kentinde dünyaya gelen Josef Stalin, dünya tarihinin en çok tartışılan siyasi figürlerinden biri. Diktatör mü, yoksa büyük bir lider mi olduğu ülkede hâlâ tartışılmaya devam etse de Gürcistan tarihinin önemli bir parçası olduğu kesin. Gori’de trenden inenleri de bekleme salonuna yerleştirilmiş dev bir Stalin heykeli karşılıyor. Yaklaşık iki metre boyundaki heykel, bir kaide üzerine yerleştirilmiş altı yıllık bir eser. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, özellikle birlikten kopan devletlerde Stalin heykelleri bir bir kaldırıldı, devamında Rusya’da da bu heykellerin hemen hepsi yerlerinden söküldü. Geçmiş yıllarda Rusya’da pek çok kez bulunmama rağmen, bir kez bile Stalin heykeliyle karşılaşmamıştım. Gürcistan’da da kamusal alanlarda Stalin heykelleri kaldırılmış durumda. Gori ise hem Stalin’in doğum yeri olması hem de kentin bu özelliğiyle turist çekmeye başlaması sebebiyle onun heykelleriyle karşılaşabileceğiniz bir şehir...

Anton’la yürüyerek yarım saat uzaklıktaki şehir merkezine ulaşmak için demiryolundan, servis dışı trenlerin arasından geçiyoruz. Bizi biraz ileride Kura Nehri’nin bir kolu olan ve kuvvetlice akan Liahvi Nehri’yle onun sağ ve soluna dizilmiş eski Sovyet blokları karşılıyor. Şehir merkezine yaklaştıkça Sovyetler Birliği’nin farklı dönemlerinden izler kendini özellikle konutlarda belli ediyor. Nehir kıyısında 1980’lerde inşa edilmiş çok katlı Sovyet konutları şehrin içlerine ilerledikçe yerlerini Stalin ve bir diğer Sovyet lider Nikita Kruşçev dönemlerinde dikilmiş dört ve beş katlı bloklara bırakıyor. Bu binaların pek çoğunda iyileştirme ve özellikle çiçeklerle güzelleştirme çalışmalarına şahit oluyorum. Bina yaşları çok eski olsa da oldukça bakımlı gözüküyorlar.

KAYIP HEYKELİN PEŞİNDE

Gori, Gürcistan’ın idari bölgelerinden Şida Kartli’de (İç Kartli) bulunan bir sanayi kenti. Ünlü Gürcü Kralı Davit (1089-1125) tarafından kurulmuş şehrin nüfusu, Gürcü, Abhaz, Oset ve Ermeniler başta olmak üzere 44 bin kişiden oluşuyor. Baştan sona şehri yaklaşık bir, bir buçuk saatte yürüyebiliyorsunuz. Biz de demiryolundan ayrıldıktan yaklaşık 20 dakika sonra şehrin merkezine, Stalin Meydanı’na ulaşıyoruz. Stalin Parkı ve Sovyet Birliği’nin görkemli Belediye Binası da burada.

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN KASIM 2023 SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[Ulupamir: Yüzyıllık göçün son durağı]]>http://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/ulupamir-yuzyillik-gocun-son-duragi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/ulupamir-yuzyillik-gocun-son-duragi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/atlas-tarih/ulupamir-yuzyillik-gocun-son-duragi.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/3-DOM_0630-vefat.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/3-DOM_0630-vefat.jpg2978520240214T143154-020020240214T143154-0200Atlas“Asya’nın damı” olarak anılan Pamir yaylalarından Van’a uzanan çarpıcı bir yurt edinme hikâyesi... Orta Asya’da Himalayalar’ın kuzey silsilelerinin eteklerinden zorla koparılınca Afganistan’dan Pakistan’a, oradan da 1980’lerin başında Anadolu’ya göçen Kırgız Türkleri, kıl çadırlardan kökbörüye geleneklerini yaşatıyor.

YAZI: MELİH USLU

FOTOĞRAFLAR: ÖMER DOĞAN

Tepelerin koruyucu perdesinin ardındaki Van Gölü’nün dillere destan mavisi, saf ve parlak yüzüyle gülümsüyor... Bu buz mavisi parıltının doğusundan kuzeyine, dağlara saklanmış Ulupamir’e doğru yol alıyoruz şimdi. Bizi Kırgız Türklerinin yaşadığı köye götüren şoför, “Ulupamir üç mevsim varla yok gibidir, beyaz örtü ilk oraya düşer, önce oranın yolu kapanır” diyor. Tam da dediği gibi, dağların bittiği noktaya kurulmuş Ulupamir ve Van Gölü Havzası’ndaki çoğu yerden daha soğuk. Kasım ayında başlayan kar yağışlarıyla gözün gördüğü her yerin beyaza kesmesi kimse için sürpriz değil.

Yol boyu çevremizde gitgide yükselen dağlar, insana “aşağılarda” olduğunu hissettiriyor. Göl imgesi çukurluk bir alanı, kıyıda olmayı çağrıştırıyor ne de olsa. Oysa dağların üzerinde, denizden yaklaşık bin 725 metre yükseklikteyiz Ulupamir’in bağlı olduğu Erciş ilçesinde. Bahar aylarında sarı çiçeklerle kaplanarak Yaşar Kemal romanlarına konu olan kırların güzelliği, her çiçeğin doğa tanrıçasının çocukları olduğunu düşündürüyor insana. Zilan Deresi başta olmak üzere birçok akarsuyun kesişim noktasında bulunan Erciş’i geride bırakıp Koçköprü Gölü istikametine doğru yükseldikçe Van Gölü küçülerek adeta dev bir nazar boncuğuna dönüşüyor.

Çocukluk yıllarımda Türkiye haritasına baktığımda Van Gölü, Ağrı Dağı’na doğru havalanmış dev bir turna gibi gelirdi bana. İşte o hayalî turnanın tam da başının üzerinde yola alıyoruz şimdi. Erciş’e 32 kilometre uzaklıktaki Kırgız mahallesi Ulupamir, uzaklardan göz kırpıyor.

1983: TÜRKİYE’YE GELİŞ

Ulupamir’in hikâyesi, 1982’de, askeri darbeyi takip eden yıllarda başlıyor. Türkiye’nin Pakistan’daki İslamabad Büyükelçiliği’nden gelen göç talebi, dönemin Devlet Başkanı Kenan Evren tarafından kabul ediliyor. Kayıtlara göre bin 138 Kırgız, Türkiye’ye ait uçaklarla, liderleri Rahmankul Han ile önce Adana’ya getiriliyor. 1983 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından da Erciş’teki Altındere Köyü’nde yapılan konutlara yerleştiriliyorlar. Daha sonra köyün ismi Kırgızların isteğiyle “Ulupamir” olarak değiştiriliyor. Pamir Kırgızlarına Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ve Türkçe soyadlar veriliyor. Ayrıca her haneye 10 koyun verilip kişi başına düşük bir miktar maaş da bağlanıyor.

Ulupamir Mahallesi, yemyeşil tepelerin koynuna sığınmış Altındere Vadisi’nde, derenin hemen yukarısında, dağın eteğindeki bir teras üzerine kurulu. Bugün köyün girişindeki geniş alanda gezinen atlı gençler ve yerel kıyafetleriyle evlerine giden kadınlar, Orta Asya’daki Pamir ve Tanrı dağlarının havasını Ulupamir’e taşıyor. Köy yolunda ahali, sıcak bir “hoş geldiniz” sözünü esirgemiyor bizden. Ulupamir’in tek konaklama mekânı olan Rahmankul Han Misafirhanesi’ne yerleştikten sonra yakındaki bir köy evine, kahvaltıya davet ediliyoruz. Mütevazı ancak besleyici Kırgız kahvaltısı, geleneksel göç ve oba kültürünün etkisini hissettiriyor. Tıpkı diğer öğünlerde olduğu gibi, genellikle yer sofrasında yapılan kahvaltılarda kâselere konulan hafif tuzlu ve sütlü çayın içine bir parça tereyağı ilave ediliyor. Yağ, sıcak çayda eriyor ve bu karışıma ev yapımı ekmek parçaları bandırılarak yeniliyor. Yer sofrasına kalabalık oturulması eski bir gelenek. Bunun hem sofranın bereketini artırdığına hem de sohbet etmek için iyi bir fırsat yarattığına inanılıyor. Hane halkına veda ederken evin iki genç kızı bizi uğurluyor. Başörtülerinin kırmızı ve pembe olması henüz evlenmediklerine işaret ediyor, evli olanlar ise beyaz başörtüsü kullanıyor. Kırgız kültüründe hemen her eşyanın, objenin, hatta hareketin sembolik bir anlamı var. Lakin günlük yaşam ritüelleri, köklü bir halk kültürüne dayanıyor.

Kırgızlar, tarih boyunca destanları aracılığıyla örf ve âdetlerini kuşaktan kuşağa aktarmış, bu gelenek bugün de sürdürülüyor. Bu anlamda yaşamlarında Manas Destanı’nın büyük etkisi gözlemleniyor. At sırtında taşıyabildikleri, kolayca toplayıp ihtiyaç durumunda kurabildikleri “boz-üy” (boz ev) adı verilen kıl çadırlar ise Kırgızların sosyokültürel hayatının ana mekânı kabul ediliyor. Çin kaynaklarına göre boz-üy, MÖ 3’üncü yüzyıldan bu yana kullanılıyor. Eskiçağ Çin tarihçisi Sima Qian da göçmenlerin, kapısı doğuya yönelen yuvarlak evlerde yaşadığını söyleyerek boz-üy’e gönderme yapıyor.

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN KASIM 2023 SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[BEYAZ GÜNEY]]>http://www.atlasdergisi.com/genel/beyaz-guney.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/beyaz-guney.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/beyaz-guney.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/11_PAS6660.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/11_PAS6660.jpg2977720240213T150354-020020240213T150354-0200Atlasİnsana kendini ancak 19’uncu yüzyılda açan, kimseye ait olmayan, ancak sıkı sınırlamalar altında ziyaret edilebilen, dünyanın bizler olmadan nasıl görüneceğini en iyi anlatan yer: Antarktika...

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: PELİN ASFUROĞLU

Antarktika’da buz tarafından tutsak edilmek, bölgeye 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başlarında bilimsel seferler düzenleyen kâşiflerin en büyük kâbusuydu. Kutup literatürüne aşina okuyucular, ünlü Anglo-İrlandalı kutup kâşifi Ernest Shackleton’ın düzinelerce kitaba konu olmuş maceralarını hatırlayacaktır. Ernest Shackleton 1907-09 yılları arasında Güney Kutbu’na ulaşmaya çalışmış, ancak kutup noktasına 180 kilometre kala 88° 23’ güney enleminde geri dönme kararı almıştı. Shackleton’ın aldığı bu karar, erzakı azalmış yorgun ekibin muhtemelen hayatını kurtarmış, kendisine de dünyanın en güney noktasına ulaşmış kâşif unvanını kazandırmıştı.

İnsanoğlunun sınırlarını zorlayan, bitmek bilmeyen engellerle dolu bu kıta, yüzyıllar boyunca neden düzinelerce kâşifin hayallerini süsledi? Shackleton her seferinde bir daha dönmeyeceğine yemin etmesine rağmen neden kendisini her fırsatta tekrar Antarktika’ya attı? Nedir beyaz kıtanın insanın dengesini yerle bir eden bu efsunu?

Antarktika enlerin kıtası. Gezegenimizin en soğuk, en yüksek, en kuru, en fırtınalı kıtası. Kalınlığı 5 bin metrelere varan kalıcı bir buzul kütlesiyle kaplı. Kışın eksi 90 derecelere varan soğukların kayda geçtiği Doğu Antarktika platosu yaşamsız bir kutup çölü. Buzun kilometrelerce altında gömülü göllerde yaşayan bakteri türlerinden başka bir organizmanın hayatta kalamadığı, bilimkurgu romanlarından fırlamış hissi veren bembeyaz bir çöl. Kıtanın yaşama geçit vermemesine inat, onu çevreleyen Güney Okyanusu, Güney Yarımküre’nin bahar ve yaz aylarında Afrika’daki Serengeti’yi aratmayan bir yaban hayat festivali sahnesine dönüşüyor. Kıtayı çevreleyen deniz buzunun erimeye başladığı, güneşin Antarktika’ya geri döndüğü bahar aylarında yeryüzünün en soğuk ve fırtınalı kıtasının kıyılarına eşi benzeri görülmemiş bir göç başlıyor. Kışı okyanusta ve subantarktik adalarda geçirmiş binlerce penguen, eşleriyle buluşup çiftleşmek için Antarktika kıyılarına dönüyor. Güney Okyanusu’nun kril zengini verimli sularında doyasıya beslenmek için çeşitli balina türleri Atlas Okyanusu’nu aşarak yine Antarktika kıyılarına varıyor. Gezegenin en büyük, en asil deniz kuşlarından albatroslar, kıtaya giden Drake Boğazı’nı mesken tutuyor. Penguen ve fokların peşindeki avcı türler; katil balinalar ve leopar fokları da bu sularda yerlerini alarak eşi benzeri görülmemiş bir vahşi hayat tablosunu tamamlıyor.

İnsanoğlunun, Aristoteles zamanından beri varlığı üzerine tahminler yürüttüğü güneydeki bu bilinmeyen toprakları keşfi ancak 19’uncu yüzyılın ilk yarısında mümkün olabildi. Estonya  doğumlu Rus kâşif Fabian Gottlieb von Bellingshausen, 1819-21 seferinde Antarktika anakarasını gören ilk kişi olarak tarihe geçti. Bugün kıtayı çevreleyen sularda yer alan Bellingshausen Denizi de onun adını taşıyor. O zamandan sonra da Antarktika önce servet peşinde koşan fok ve balina avcılarının, ardından kâşiflerin mabedi haline geldi.

Gezegenin son beyaz sayfalarından birini ilk keşfeden olma arzusu muydu insanı bu kıtaya çeken? Yoksa el değmemiş bir kıtanın doğal kaynaklarını sömürme hırsı mı? Bunun sadece macera ya da ün ve servet arayışı olduğuna inandıramıyorum kendimi bir türlü. Shackleton, Antarktika’nın aslında bir metafor olduğunu biliyordu. Herkesin içinde bir “beyaz güney” olduğunu yazmıştı bir kere. Antarktika insanın, kıtanın sonsuz beyazlığında kendi imgesinin peşine düştüğü, Shackleton’ın deyişiyle “çıplak ruhuna ulaştığı” yerdi.

KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN 2024 OCAK SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!

]]>
atlasdergisi.com
<![CDATA[Mikroorganizmaların motorlu pervanesi]]>http://www.atlasdergisi.com/bilim-haberleri/mikroorganizmalarin-motorlu-pervanesi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/bilim-haberleri/mikroorganizmalarin-motorlu-pervanesi.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/bilim-haberleri/mikroorganizmalarin-motorlu-pervanesi.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/cevren-1-.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/cevren-1-.jpg2975420240212T143012-020020240212T143012-0200AtlasBazı mikroorganizmalar kamçı benzeri pervaneleri sayesinde yüzebiliyor. Bu pervaneleri döndüren doğal motorlara benzeyen bir cihaz geliştirebilirlerse, nano makinelerin manevra kabiliyeti artırabilir. Mikroorganizmaların hareketlerini araştıran Polonya Bilimler Akademisi’nden fizikçi Doç. Dr. Piotr Garstecki, “Mikro ölçekte, makro ölçek yüzme mekanizmaları işe yaramıyor” diyor. Bu boyutlardaki canlılar için suyun pekmez ya da bal kıvamında olduğu belirtiliyor. Garstecki, mikroorganizmaların hareket mekanizmalarının anlaşılmasının küçük makinelerin yapılmasına yardımcı olacağı kanısında. Bazı bakteriler, motorlara bağlı pervanelerle yüzüyor. Kamçılara benzeyen pervanelerinin her birini ayrı bir motor döndürüyor. Son derece küçük, elektrikli döner motorlar bunlar. Tanınmış mikrobiyoloji profesörü Moselio Schaechter’in deyimiyle elektrikli motorların en küçüğü ve en mükemmeli. Bakteri motoru için “o kadar harika ve kompleks bir nano makina ki" diyen California Teknoloji Enstitüsü’nden Dr. Grant Jensen, kamçıların matkabın ucuna bağlanan bir ipin dönmesi gibi döndüklerini belirtiyor. Ama çok daha hızlı... Böylece bakteriler boylarının 10-20 katı mesafeyi bir saniyeden kısa sürede yüzüyor. Eylül 2023’te, Japonya’nın Nagoya Üniversitesi’nden yapılan açıklamada, kamçı motorunun dakikada 20 bin defa saat yönünde ve saat yönünün tersine dönebildiği, yüksek hızlarda dönüş yönünü anında değiştirme kapasitesi olduğu belirtildi ve şu sözlere yer verildi: “Mühendisler kamçı motoru gibi bir cihaz geliştirebilirlerse, bu nano makinelerin manevra kabiliyetini ve verimliliğini büyük ölçüde artıracaktır.” [caption id="attachment_29756" align="aligncenter" width="1009"] Escherichia coli bacteria, 3D illustration. E. coli is a Gram-negative rod-shaped motile bacterium covered with flagella[/caption] Bakterilerin yüzmesini sağlayan, hareket şaftı, rotor, piston gibi çok çeşitli parçalardan oluşan mekanizmaya flagellum deniyor. (Science'da yayımlanan bir araştırma flagellumun “debriyajı” olduğunu da ortaya çıkarmıştı.) Flagellum teknelerin dıştan takmalı motorlarına benzetiliyor. 2020’de Cenevre Üniversitesi’nden yapılan açıklamaya göre, mekanizmayı inşa etmek için 50'den fazla proteinin art arda üretilmesi ve doğru sırada bir araya getirilmeleri gerekiyor. 2018’de Osaka Üniversitesi, Japon araştırma ekibinin flagellum montajının adım adım nasıl gerçekleştiğini açıklayan bir model oluşturduğunu açıkladı. Araştırma ekibinden Dr. Naoya Terahara, flagellum montajının 70'ten fazla genin dahil olduğu kompleks bir süreç olduğunu belirtti. Açıklamada taban, motor ve kamçının sırayla montaj yerine özel bir protein setinin gönderilmesiyle oluşturulduğu ifade ediliyor. 2019’da Okinawa Bilim ve Teknoloji Enstitüsü’nden yapılan açıklamada, motoru kamçıya bağlayan, dümen işlevi gören esnek kancanın yaklaşık 130 parçadan oluştuğu bildirildi; Dr. Hideyuki Matsunami’nin “Kancanın modelini yaparken mükemmel montajı karşısında hayrete düştüm” sözlerine yer verildi. Utah Üniversitesi’nden araştırmacıların 2017’de Science’da yayımlanan çalışmaları, flagellumun 25 nanometrelik hareket şaftının uzunluğunu ayarlayan mekanizmayı aydınlatmıştı. Üniversiteden yapılan açıklamada, flagellumun doğru çalışması ve bakteriyi hareket ettirmesi için tüm bileşenlerinin hassas ölçülere uygun şekilde bir araya getirilmesi gerektiği bildirildi.]]>atlasdergisi.com<![CDATA[Evrenin şafağındaki karadelik]]>http://www.atlasdergisi.com/genel/evrenin-safagindaki-karadelik.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/evrenin-safagindaki-karadelik.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/evrenin-safagindaki-karadelik.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/evren.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/evren.jpg2975120240212T142614-020020240212T142614-0200Atlasatlasdergisi.com<![CDATA[Atlas yazarından öyküler]]>http://www.atlasdergisi.com/genel/atlas-yazarindan-oykuler.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/atlas-yazarindan-oykuler.htmlhttp://www.atlasdergisi.com/genel/atlas-yazarindan-oykuler.htmlhttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/Atlas-yazari.jpghttps://www.atlasdergisi.com/wp-content/uploads/2024/02/Atlas-yazari.jpg2974820240212T142257-020020240212T142257-0200Atlasatlasdergisi.com