Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Cennetin Kanatları

Cennetin Kanatları

Ayşegül Parlayan Özalp

Kızıl boyun tüylerini kabartarak efsanevi danslar yapan bahriler, eşsiz bir zarafetle kanat çırpan gri balıkçıllar, toplanıp kendilerine balık avı şölenleri düzenleyen ak pelikanlar… Mevsimlere göre bir daralıp bir genişleyerek ormanlara, sazlıklara, deltalara bereket dağıtıp kuşlara benzersiz bir diyar sunan Manyas Kuş Gölü burası. Bir tesadüf sonucu keşfedilen ve 1959’da milli park ilan edilen Türkiye’nin en ilginç cenneti…

Yazı ve Fotoğraflar: Cüneyt Oğuztüzün

Uzun, narin boyunlarını daha da uzatıp yakut rengi gözlerini büyülemek ister gibi birbirlerine dikerek türlerinin dillere destan kur dansını başlattılar. Siyah tepe tüylerini ve kızıl boyun tüylerini kabartırken karşılıklı olarak kafalarını zarif hareketlerle sallayıp silkeliyor, suya hızla ayak vurup dikilerek penguen yürüyüşüyle birbirlerine yaklaşıp uzaklaşıyorlardı…
Manyas Gölü’nün kuytu bir koyundaydım. İki dalıcı sukuşu, sazların arasında uzun süren gürültülü bir kaçma ve kovalamacanın ardından aniden sakinleşip suyun aynasında karşılıklı olarak durmuştu. Göz alıcı üreme dönemi tüylerine bürünmüş bu ikili, batağan ailesinin en büyüğü olan bahri çiftiydi. Ancak hangisinin erkek hangisinin dişi olduğu anlaşılmıyordu, aynı görünümdeydiler ve sonra da kur yapmaya başlamışlardı.

Bu karmaşık, kelimelerle anlatılması zor gösteri dakikalar sonra başladığı gibi aniden bitti. Çift, sazlığa dalıp gözden kayboldu. Sulak alanlarda uzun yıllar kuşlarla haşır neşir olmuştum ama ilk kez böylesine nadiren gözlemlenebilen olağanüstü ve mahrem bir doğa olayına rastlamıştım.

O günün sabahında Kuş Cenneti Milli Parkı’nın eski görevlilerinden Mustafa Özbek’le arazi aracıyla yola çıkmıştık. Özbek’in de yaşadığı, adı Eski Sığırcı (Sığırcı Atik) iken sonradan “Kuşcenneti” olarak değiştirilen köyden hareket etmiştik. Gölün dört bir yanını ve kuşlarını çok iyi bilen Özbek’i 18 yıl önce buraya yine çalışma yapmak üzere geldiğimde tanımıştım. O zamanki çalışma Atlas’ın Ekim 1995 tarihli 31. sayısında “Cennet Kuşları” adıyla yayınlanmıştı. Bakalım aradan geçen yıllarda neler değişmişti?

Ak Konuklar Tepeli pelikana göre biraz daha küçük yapıda olan ak pelikanlar, Manyas Gölü’nde sadece göç dönemlerinde büyük kitleler halinde görülüyor. Bazen o kadar kalabalık koloniler oluşturuyorlar ki uzaktan bakıldığında göl üzerinde beyaz adacıkları andırıyorlar.

Ak Konuklar
Tepeli pelikana göre biraz daha küçük yapıda olan ak pelikanlar, Manyas Gölü’nde sadece göç dönemlerinde büyük kitleler halinde görülüyor. Bazen o kadar kalabalık koloniler oluşturuyorlar ki uzaktan bakıldığında göl üzerinde beyaz adacıkları andırıyorlar.

“Kuş Gölü” olarak da bilinen Manyas Gölü, Balıkesir il sınırlarında bulunuyor. Marmara Denizi’nin güneyinde uzanan geniş çöküntünün, Bandırma ve Manyas ilçe sınırı yakınındaki tabanına yerleşmiş göl 20 kilometre uzunluğunda ve 14 kilometre genişliğinde. En derin yeri yaklaşık 5 metre olan sığ bir tatlı su gölü ve zengin besin kaynaklarına sahip.

İlk bakışta sıradan gözüken gölün önemi, barındırdığı olağanüstü kuş varlığından kaynaklanıyor. “Bugüne kadar 266 kuş türü tespit edildi” diyor Özbek, “bunların 66’sı muntazaman burada kuluçka yapar, milyonlarcası da göç zamanı uğrar veya kışı geçirir, çünkü burası tam göç yolları üzerinde”.
Özbek’in sözünü ettiği kuluçka alanı, Kuşcenneti köyünün yanı başında göle boşalan Sığırcı Deresi’nin deltası. Yoğun söğüt ağaçları ve sazlıklarla kaplı, ilkbahar aylarında suların basmasıyla ulaşılmaz hale gelen bu orman, gölün kuşlar açısından odak noktası. Keşfini izleyen yıllarda, 1959’da “Kuş Cenneti” adıyla kurulan milli park da 64 hektarlık bu küçük bölümü kaplıyordu.
Kuluçka alanı 1938 yılında, o sırada İstanbul Üniversitesi’nde görevli olan Alman zoolog Prof. Curt Kosswig tarafından tesadüfen keşfedilmişti. Kosswig ile beş yıl birlikte çalışan Mustafa Özbek, aracımız gölün doğu yakasında ilerlerken anlatıyor: “Kuşları daha fazla bana tanıtıp öğreten oydu. Burayı şöyle keşfediyor: İstanbul’dan gelip Balıkesir’e giderken gölün yakınlarında arabası bozuluyor. Tam ilkbahar zamanı, durunca kalabalık göç kuşlarını görüyor. Hanımıyla beraber gölün kenarına gidiyor. Muhakkak ki kuşların bu zamanda burada oluşu, kolonileri var demektir. Biraz takip ediyor kıyıdan. Bakıyor ki ilerdeki ağaçlık yere konup kalkıyor kuşlar. Oraya gidince eski bekçiyle karşılaşıyor. Bekçi Kaşif Kan, kuşlar ağaçları dışkılarıyla kurutmasın diye silah atarak onları kaçırması için köylüler tarafından tutulmuş. Bekçiyle anlaşıyor, aldığı ücretten fazlasını veriyor, sen diyor silahı dışarıda at, kuşlara atma. Bu hayvanlar buraya yerleşsin.”

Hikâyenin başka bir versiyonuna göre ise Kosswig, köylüleri kuşların zararlı kurtları yiyerek aslında ağaçlara faydalı olduklarına ikna ediyor. Bekçi ise görev yapmaya devam ediyor. Önce ücretini kuşları kaçırmak için alırken sonra kuşları korumak için almaya başlıyor. Daha sonra da milli parkın ilk bekçisi oluyor.

Gölün sazlıklarla çevrili, İzmir-Bandırma demiryolunun geçtiği, tarla yolları çamur içindeki doğu tarafında kıyıya yaklaşmak imkânsız. Yükselen sular kıyı şeridindeki traktör yollarını da örtmüş. “On senede, on beş senede bir olur” diyor Özbek: “Bu sene şubattan beri yağışlar aralıksız devam ediyor. Her taraf, su kaynarcasına çamur oldu. Yaya gitmeye kalksan yüz metre gitmeden yoruluyorsun. Batıyor çünkü her taraf. Muazzam bir yaşlık var.” Böylece bu kıyıları keşfedemeden, anayoldan güneydoğudaki Ergili köyüne geliyoruz. Köyü geçince Karadere ile karşılaşıyoruz. Gölden kaynaklanıp tersine akan büyük bir akarsu bu. Her iki yakasına eşit aralıklarla dizilmiş akbalıkçıllar heykel gibi kıpırdamaksızın avlarını bekliyor.

Karadere, gölün kendine özgü doğal su rejiminde önemli rol oynuyor. Manyas Gölü, yeraltı suları yanında güneyden Kocaçay, kuzeyden Sığırcı Deresi’yle besleniyor. Karadere ise gölün fazla sularını Susurluk Çayı’na boşaltarak dengeyi kuruyor. Göldeki su seviyesi sürekli tekrarlanan mevsimsel bir ritme sahip. Kış sonlarından itibaren yükselen seviye, yaz sonu ortalama 3 metre kadar düşmüş oluyor. Kuşların göl kıyısındaki ormanları kuluçka alanı olarak seçmesi, doğrudan bu doğal ritimle bağlantılı. İlkbaharda bu ormanların sularla kaplanması, yuvalar için güvenli bir ortam oluşturuyor. Yavrular uçtuktan sonra suların çekilmesi ağaçların yeniden oksijene kavuşarak hayatlarını sürdürmesini sağlıyor. Ağaçların daha uzun süre sualtında kalması kuruyup ölmeleri anlamına geliyor.

Manyas Gölü kıyılarında 1990’lı yıllara kadar olan tam da buydu. DSİ (Devlet Su İşleri) tarafından Karadere üzerinde kurulan regülatörler vasıtasıyla su akışlarının kontrol altına alınması, söz konusu doğal ritmi bozdu. Rezervuar haline getirilen gölde Karacabey Ovası’nın sulanması amacıyla yaz aylarında da su seviyesinin yüksek tutulması, ağaçları havasızlıktan ölüme mahkûm etti. Milli park, Ramsar alanı, doğal sit gibi koruma statülerine karşın Kuş Cenneti, kirlilik gibi başka sorunların da eklenmesiyle yok olma noktasına geldi. Avrupa Konseyi’nce iyi korunan sulak alanlara verilen ve belli aralıklarla denetlenen prestijli “A Sınıfı Diploma” sahibi göl, 2001’deki denetlemede bunun askıya alınması müeyyidesi ile karşılaştı.

Aynı yıl “Sulak Alan Yönetim Planı” hazırlandı, “gölde ekolojik dengenin tekrar sağlanarak kuş varlığının arttırılması ve alanın akılcı kullanımı” için sorunların üzerine gidildi. Karadere regülatörlerinden sonra güney kıyıları boyunca inşa edilen sedde ve Kocaçay üzerindeki Manyas Barajı’nın devreye girmesiyle artık tam bir baraj gölü haline gelen gölün su rejiminin DSİ tarafından “doğal sürecine uygun” yönetilmesi ve bunun kontrolü için gerekli tedbirler alındı. Ayrıca göle giren suların “ekosistemin kendine has doğal kalitesine uygunluğunun sağlanması” hedeflenerek su kirliliğinin üzerine gidildi. Sağlanan iyileşmeler sonucu Avrupa Konseyi de “A Sınıfı Diploma”yı 2004’te iade etti ve 2010’daki denetleme sonucunda 2021’e kadar uzattı.

Karadere’nin gölden çıktığı noktanın batısında, Hisartepe’de önemli bir antik kent, Pers satraplık merkezi Daskyleion’un kalıntılarını bulunuyor. Son yıllarda koruma altına alınan kalıntıları, buranın 23 yıllık bekçisi Lütfi İdil’le beraber gezdik. “Tomris (Bakır) Hanım’la 20 yıl çalıştım. Şimdi kazılara Muğla Üniversitesi’nden Kaan (İren) Bey’le devam ediyoruz.” Peki daha öncesi? “İlkin 57’lerde bulmuşlar burayı. Prof. Dr. Ekrem Akurgal zamanı. Duvarlar çıkmıştı. Daha önce bir şey yoktu.” Önemli bir şeyler çıkmış mıydı? “Yedi tane iklim geçmiş buradan. Yazılı taşlar, mühürler, yanık eşyalar, çömlek parçaları gibi bir sürü şey çıktı. Müzelere verdik.”

Regülatörlerin üzerinden Karadere’yi geçip gölün bütün güney kıyısını çevreleyen seddenin üzerine çıktık. Güneybatıdaki Kocagöl köyüne kadar, aynı zamanda arazi yolu olan seddeden devam edecektik. Su baskınlarını önlemek için inşa edilen 30 kilometre uzunluğundaki sedde, söylendiğine göre 3 bin 800 hektar araziyi tarıma kazandırmıştı. Bu yüksek yolda ilerlerken sağımızda kalan göl, yoğun sazlık ve söğütlükler nedeniyle ancak yer yer görüş alanımıza giriyordu. Bu kıyılar kuşların beslenme alanıydı. Önce alacabalıkçılların alanından geçtik. Sonra gri balıkçılların, daha sonra gece balıkçıllarının. Sırada bahri ve İspanyol serçelerinin bölgesi vardı. Türler kıyıları paylaşmış gibi görünüyordu. Karga ve saksağanlar bile kendi alanlarına sahipti. Sadece karabatağa her tarafta rastlanıyordu. “Karabatak bütün öbür kuşların yuvasını dağıtıp kendi yerleşir” diyor Özbek: “Yerleştiği ağacı da dışkısıyla kurutur. Bir de karabatak çok usta dalıcıdır. Suya daldığı zaman balığı yakalamadan kesinlikle çıkmaz. Yavrularını çok çabuk besleyip büyütür. O yüzden üremesi fazla. Her geçen yıl öteki kuşlar azalırken saydığımız karabatak yuvalarında devamlı artış oldu.” Anlaşılan gölde hayatın zorlaşması, daha dirençli olan karabatağa yaramış, sonunda dominant hale gelmişti.

Sol tarafımızda ise tarım arazileri ve yemyeşil çayırlıklar, geniş düzlükler halinde ufka kadar uzanıyordu. Pirinç, buğday, ayçiçeği, mısır, baklagiller, Manyas’ın ünlü kazak fasulyesi, meyve ve sebze yetiştirilen bu yöre Türkiye’nin en verimli toprakları arasında. Çayırlarda kalabalık büyük ve küçükbaş sürüleri yayılıyor.

Öğle yemeği için seddeden ayrılıp Manyas ilçesinin Kızıksa beldesine gittik. Meydanın ortasında bir grup kadın yağların cazırdadığı büyük kazanlara yoğurdukları hamur parçalarını atıp kızartıyor, uzun kuyruk oluşturmuş ahaliye sırayla dağıtıyordu. Biri “Almadan geçmeyin gödek dağıtıyorlar” diye durdurdu, “hayırdır; ölenin ruhu için”. Bize de payımızı getirdi. Daha sonra göle adını veren Manyas ilçesinin merkezine uğradık. Orada da kent meydanında bir köşede bir adam tezgâh açmış, gelene geçene bedava bisküvi dağıtıyordu. “Artık bundan sonra hep hayır yapmaya karar verdim” dedi ve bize de ikram etti.

Sedde, karşı kıyıda devam etmek üzere Manyas Çayı olarak da bilinen Kocaçay’la kesintiye uğruyor. Bol sulu, bahar mevsiminde çevresindeki arazileri de sular altında bırakmış Kocaçay, Manyas Gölü’nü besleyen en büyük kaynak. Kocaçay’ın geniş deltası da Sığırcı Deresi’nde olduğu gibi kuşların ağaçlara koloniler halinde yerleştiği önemli bir kuluçka alanı. Ne var ki daha sonra kayıkla da ulaştığım bu deltadaki kuluçka yoğunluğu, çok daha küçük olan Sığırcı’ya göre hayli düşük. Zaten, Kuş Cenneti Milli Parkı da ilk olarak burada değil, orada kurulmuştu. Vahşi bir güzelliğe sahip Kocaçay’ın deltası daha az araştırılan, ulaşılması zor bir yer. Milli park sınırlarının gölün tamamını kapsayacak şekilde genişletildiği (64 hektardan 24 bin hektara) 2005 yılından sonra Sığırcı Deltası ile birlikte “Mutlak Koruma” bölgesi olarak ayrıldı.
Sedde, çevrede “Kazak köyü” olarak söz edilen, gölün güneybatı kıyısındaki Kocagöl’de sona eriyor. Kocagöl, Rusya’dan göç edip buraya yerleşen Ortodoks Don Kazakları tarafından 1780 yılında kurulmuş. Tatlı su balıkçılığında usta olan Kazaklar o yıllarda gölde profesyonel balıkçılığı da başlatmış. Bu konudaki becerilerinden hâlâ efsane gibi bahsedilen Kazaklar, 1963’te anavatanları Rusya’ya dönmek üzere köyü terk etmiş.

Kocagöl ile gölde ince uzun bir buruna yerleşmiş, eski adı Simavna olan Gölyaka arasında geniş bir koy uzanıyor. “Burası kuşların esas yemlenme sahasıdır” diyor Özbek, “göç kuşları ilk buraya konar; neden dersen, suyu incedir”. Gerçekten de yeni gelmiş kaşıkçılarla ilk burada karşılaşıyoruz. Ne var ki Kosswig’in göldeki kuşların kralı ilan ettiği kaşıkçıların sayısı bir düzineyi geçmiyor. Sığ sularda kaşık biçimindeki gagalarını sağa sola sallayıp besleniyorlar. Yine gölün önde gelen türlerinden uzun kıvrık gagalı çeltikçinin sayısı ise oldukça fazla. Yöre halkının “çeltik kargası” dediği kuş, uzaktan kapkara gözükse de ışığın vuruş açısına göre değişen mor ve yeşil yanardönerli kanat tüyleri ve kızıl kahve göğsüyle oldukça çekici.
Gölyaka açıklarında ise büyük bir ak pelikan sürüsü duruyor. Alanda koloniler halinde yuva kuran tepeli pelikanın aksine ak pelikanlar buraya göç dönemlerinde çok büyük sayılarda uğruyorlar. “Sonbahar göçünde göle konduklarında koca bir ada zannedersin” diyor Özbek.

Safları sıklaştırıp bir hat üzerinde cephe oluşturan pelikanlar hızla yaklaşmaya başlıyor. Anlaşılan büyük bir balık sürüsü keşfettiler ve bir ziyafete konmak üzere onları sığ sulara sürüyorlar. Müthiş bir toplu avlanma sahnesi. Hızla başlarını suya daldırıp kepçeyle alır gibi koca keselerine balıkları dolduruyorlar; suları süzdükten sonra uzun gagalarını havaya dikerek yutuyorlar. Bunu yaparken genişlemiş sarı keseleri güneşte parıldıyor. Yüzlercesinin farklı anlarda sürekli aynı hareketleri tekrarlaması etkileyici bir görünüm oluşturuyor. Balık sürüsünün kaçmasına fırsat vermeden saz adacıklarının arasında sürekli izleyip sıkıştırarak devam eden bu beslenme çılgınlığını yaklaşık bir saat boyunca izliyoruz. Tek gıdası balık olan pelikanların diğer toplu beslenme taktiği ise ağları toplayan balıkçı kayıklarının etrafını sarıp atılacak balıkları sabırla beklemek.

Gölyaka’dan sonra kıyıyı izleyen toprak yollar sular altında. Köy yollarını izliyoruz. Gölün batı ve kuzeyi, güneydeki düzlüğün aksine dalgalı tepelerle kaplı. Bu tepelerden bakıldığında gölün harika peyzaj değerleri de ortaya çıkıyor. Tepedeki Çepni köyünden geçip Bereketli’ye yol alıyoruz. Yoğun tarım yapılan bu dalgalı araziler de tarlalarla kaplı. Arada yer yer sapsarı çiçeklerle kaplanmış olanlar var. Bunlar ayçiçeğinin yerini almaya başlayan kanola bitkisine ait.

Kocagöl’den ayrılan bir grup Kazak tarafından kuzey kıyıda kurulan Bereketli, gölün en büyük balıkçı köyü. Tekne sayısı 60; kendinden sonra gelenin üç katı. Ayrıca bu tekneler diğerlerinden çok farklı, kendine özgü yapıda. “Kazak kayıkları” diyor Özbek. Bu iri kayıkların en dikkat çekici özelliği, hepsinin içten ve dıştan ziftlenerek kapkara bir renge bürünmesi. Kazaklar çoktan ayrıldığı halde yeni yaptırılan teknelerde de onlardan miras kalan bu özellikler korunuyor. Köyün şimdiki nüfusu 1924 mübadelesinde buraya gelen Pomaklardan oluşuyor; artık gölün acar balıkçıları arasındalar.

Balık bolluğu ve tür zenginliği Evliya Çelebi’nin de dikkatini çekmiş olan Manyas Gölü’nde 23 balık türü saptanmış. Bunlar arasında sazan, turna ve yayın ekonomik değerleriyle öne çıkıyor ve yöre sakinlerinin önemli geçim kaynaklarından birini oluşturuyor. Ne var ki son yıllarda yerli türlerin çoğu kaybolmuş durumda, ekonomik değer taşıyan tek tür ise bol miktarda yakalanan istilacı İsrail sazanı.

Bereketli’den sonra yol yine güzel manzaralı tepelerden devam ediyor. Bu bölgede dağ bayır zambağa benzer beyaz çiçeklere sahip, yarım metre yükseklikte çalımsı bir bitkiyle kaplı. “Buna hıdrellez kamçısı deriz” diyor Mustafa Özbek: “Şifalıdır. Kel olanlar bunu kafasına kamçı gibi vurursa saçı düzgün çıkarmış derler. Ayrıca müdrirdir. Basura da iyi gelir.”
Bunları konuşurken yüksek bir tepeye kurulmuş Yeni Sığırcı köyüne girdik. “Burası da Çerkes köyüdür” dedi Özbek. Köyün hemen dışındaki “Çerkes Kayası” denen tepe, Kuş Cenneti’nin kalbi olan Sığırcı Deresi deltasının enfes manzarasına hâkim.

Deltayı dolanıp Yeni Sığırcı’dan Eski Sığırcı’ya geçmek için Bandırma-Balıkesir asfaltına çıkmak gerekiyor. Bandırma ile göl arasında kalan bu yöre gübre, salça, konserve, un, yağ fabrikaları ve tavukçuluk işletmeleriyle yoğun bir sanayi bölgesi.

Sığırcı Deltası’nda, 1959’da koruma altına alındıktan sonra bir ziyaretçi merkezi açılmıştı. Burada, doldurulmuş kuş ve diğer canlıların sergilendiği bir müze ile kuluçka alanını izleyebilmek için yüksek bir gözlem kulesi var. Ayrıca köyden tekne kiralanarak alanı göl tarafından gözlemlemek mümkün. Ancak ziyaretçilerin yuvalara fazla yaklaşmaması için bu tekne turlarına bir milli park rehberinin refakat etmesi zorunlu.

Önceki gelişimde kuluçka alanını küçük bir kayıkla daha yakından inceleme şansım olmuştu. Bu mahrem dünyaya girmek, her bir ağacında farklı türlere ait 8-10 yuvanın bulunduğu, kuş ötüşleriyle bir arı kovanını andıran su basmış ormanda kayıkla dolaşmak olağanüstü, tekrarı olmayan özel bir deneyimdi.
Bu sefer göle açıldığım tekneyle alanı daha uzaktan gözlemleyebildim. Alanın karizmatik türü tepeli pelikan için hazırlanan, geçen yıl 133 çiftin yuva kurduğu ada gibi platformlar tamamen işgal edilmişti. Bunların arkasındaki ormanda da aynı yoğunluk ve canlılık devam ediyordu. Ne var ki ağaçlar tek türün hâkimiyetine girmiş görünüyordu. Küçük versiyonu dahil üreyen karabatak sayısı büyük bir farkla 4 bin çifte yaklaşmıştı. Acaba Kuş Cenneti, karabatak cennetine mi dönüyordu? “Görünüş yanıltıcı olabilir” diyor rehberim, “öteki türler arkadaki bölgede”. Alandaki ağaçların kuruma tehlikesiyle karşılaştığı 1996 yılında Sığırcı Deresi’nin batısındaki subasar alan, yeni kuluçka alanı olmak üzere 40 bin söğüt dikilerek ağaçlandırılmıştı. Söylendiğine göre balıkçıl türleri ile kaşıkçı ve çeltikçiler artık burada yuvalanıyordu.

Manyas Kuş Gölü’nü tehdit eden sorunların belirlenmesi ve çözüm yollarının geliştirilmesine yönelik yeni “Sulak Alan Yönetim Planı”, 2015’e kadar devam etmek üzere 2011’de yürürlüğe girdi. Son beş yıldır ilgili bakanlık adına alanda düzenli izleme çalışmaları yapan Doğa Araştırmaları Derneği uzmanlarından Süleyman Ekşioğlu’na göre, gölün su rejimi ve su kalitesine ilişkin tehditler devam ediyor. Yönetim planının gerekleri tam olarak yerine getirilmiyor. İmzalanan protokollere karşın su rejiminin doğal döngüye uygun yönetilmesi, hiçbir şekilde DSİ’nin önceliği olmamış. Atıklarını Sığırcı Deresi kanalıyla göle boşaltan sanayi kuruluşları ve tavuk çiftlikleri de arıtma zorunluluğuna uymuyor. “Derenin su seviyesinin düştüğü yaz ve sonbahar aylarında kirliliğin derecesi insanı hayrete düşürecek ölçüde gözler önüne seriliyor” diyen Ekşioğlu’nun iyi haberi ise son yıllarda kışlayan dikkuyruk sayısındaki büyük artış. Nesli dünya ölçeğinde tehlike altında olan bu ördek türünün kışlayan birey sayısını Mart 2012’de 3 bin 967 olarak tespit eden Ekşioğlu şunları söylüyor: “Tüm dünyadaki toplam sayısının 7 bin 900-13 bin 100 olduğu tahmin edilen bu türün neredeyse yarısının burada olması, Manyas Gölü’nün kuşlar açısından ne denli önemli olduğunu vurguluyor.”

Tüm sorunlara, atlattığı badirelere rağmen kuşlar için önemli bir sulak alan olmayı sürdürüyor Manyas Gölü. Renk renk kanatlarla, farklı farklı ötüşlerle şenleniyor. Belleğimizde “kuş cenneti” olarak yer etmiş, benzersiz bir hazine burası. Bu niteliğini sürdürebilmesi için hepimize görev düşüyor.

ATLAS HAZİRAN 2013/SAYI:243

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap