Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Ağrı’nın Çocukları

Ağrı’nın Çocukları

Çevirme mezrası, Dalbahçe, Mescitköy, Ortadirek, Subeşiği… Ağrı’nın eteklerine serpilmiş köyler, onu beyaza boyayan karlar kadar temiz hayaller, sarp kayalıklar kadar keskin bakışlar ve kanatlarını doruktaki mavi suya değdiren akkuşlarla uzak diyarlara taşınan umutlar… Ve Doğubayazıt ilçesine bağlı köylerde ders başlıyor; çoğu Türkçe bilmeyen farklı seviyeden öğrenciler aynı sınıfta yerlerini alıyorlar.

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Tijen Burultay

Bir kış günü başlamıştı yolculuğum. Doğubayazıt’a karlı yollardan geçerek varmıştım. Karşımda bütün bir heybetiyle Ağrı Dağı, Dünya’yı tek başına taşıyan koca bir sütun gibi yükseliyordu. Mitolojiden bildiğimiz Atlas sanki bu coğrafyada yüce bir dağa dönüşmüş, sırtında Dünya ile kıpırdamadan duruyor gibiydi. Ve kaşı kara, gözü kara, gönlü apak çocuklar bu sütunun çevresinde bir zamanlar kutsal ateşiyle de bilinen Ağrı Dağı’nın hemen dibinde ona sırt veriyorlardı. Kim bilir belki de bu yüzden halk arasında çocuklar bu bölgede “ateşin çocukları” diye anılıyordu. Onun yerini ders kitaplarındaki haritalarda, sınıfın ortasındaki Dünya küresinde bulmakta zorlansalar da yaşamlarının tam ortasında tereddütsüz gösteriyorlardı.

Ağrı Dağı yamacında en yüksekte kalan yerleşimlerden birine, Gölyüzü köyüne bağlı Çevirme mezrasına vardığımda bu düşünceler sarmıştı beni. Tek sınıflı Çevirme İlkokulu’nda çocuklarla birlikte derse girmiştim. En arka sıraya oturmuş, yanı başımda yanan sobanın sıcaklığında onlarla birlikte öğretmenin anlattıklarını dinlemiştim. Onlar beni unutmuş derse katılmışlardı. Gözüme öğrenmeye istekli ve keskin bakışlarıyla Hamiyet ilişmişti. Az önce okulun bahçesinde bin bir türlü yaramazlık yapan Azad bile pür dikkat öğretmen Fırat Aslan’ın anlattıklarını dinliyordu. Hamiyet’in en büyük hayali, sıra arkadaşı Güneş gibi günün birinde öğretmen olmaktı. Sabah dersleri sona ermiş, öğlen arası olmuştu. Sınıf dağılırken Hamiyet bana kara tahtanın yanındaki duvarda asılı duran resimlerin arasından kendi yaptığı resmi gösterdi. Elinden tutulsa ressam olabilecek yeteneğe sahipti.

Sobanın sıcaklığından ve sınıfın yorgun havasından sıyrılmak için okulun bahçesine atmıştım kendimi. Keşke her okulun bahçesi böyle olsa diye içimden geçirmiştim. Hemen geride beyazlar içinde Ağrı Dağı, onun tersi yönde ise yamaçlardan aşağı doğru azalan yükseklik uzaklarda ovaya dönüşüyor, ovanın sonunda da Doğubayazıt yer alıyordu. Mihmandarım Sezai Kokalp ile köyün öğretmeni Fırat Aslan bahçede sohbet ediyorlardı. Sohbete ben de dahil oldum ve çocuklardan, okuldan, dağdan konuştuk. Fırat öğretmen esasen öğretmen olmadığını, üniversiteyi bitirdikten sonra vekil öğretmen olarak bu köyde göreve başladığını söylemişti. Çevirme’nin bölgedeki en yoksun mezra olduğunu, kar yağınca yolların kapandığını, belli bir yere kadar araçla, sonrasında ise yürüyerek okula ulaşabildiğini anlatmıştı.

Çocuklar öğlen arasını fırsat bilip okuldan uzaklaşmış mezraya gitmişlerdi. Ben de arkalarından onları izledim. Küçük bir köy sayılabilirdi Çevirme mezrası. Öğrenci sayısının azlığından bile belliydi. Sınıftaki çocuklardan Azad ve Hakan’ı genişçe bir avluda hayvanlara ot taşırken görmüştüm. Hamiyet, Güneş ve kardeşi Aslı ise kadınlara yardım ediyorlardı. Öğlen arası dinlenmek yoktu anlaşılan. Beni gören çocuklar ellerindeki işleri bırakıp başıma üşüşmüşlerdi. Güneş’in annesi çaya davet edince hep birlikte eve geçmiştik. Çocuklar bin bir neşe içinde karşıma dizilmiş, sohbete başlamıştık. Az sonra Güneş’in babası Timur Çolaş avludaki hayvanları bırakıp yanımıza gelmişti.

Mezranın sıkıntılarından, çocukların eğitiminden söz etti. Konu yaşam koşullarına, yoksulluğa gelince çocuklara uzun bir eğitim geleceği sunamayacağını anlamıştım. Cayır cayır yanan sobadan gelen ateşin sesi dışında odadaki bütün sesler kesilmişti. Sonra odanın kapısı açıldı ve Güneş’in annesi, içi tıka basa kar dolu kovayla içeri girmişti. Kovayı sobanın üzerine bırakmış, boş çaydanlığı yanında hazır etmişti. Çevirme’nin tüm sakinleri hep böyleydi, su ihtiyaçlarını kardan sağlıyorlardı. Karların erimesini, derelerin canlanmasını, baharı dört gözle bekliyorlardı bu yüzden. Oysa mezra Ağrı Dağı eteğinde olsa da ilçeye çok uzak değildi, yani su ihtiyaçları pekâlâ karşılanabilirdi. Yine de o an için yersiz bulduğumdan bu konulara girmekten kaçındım. Çocukların ışıl ışıl parlayan ama yoksulluk söz konusu olduğunda hüzünlenen gözlerinden, babanın boşluğa doğru uzayıp giden bakışlarından dolayı. Öğlen arası bittiğinde çocuklar tekrar okula dönerken ben başka bir köyün yolunu tutmuştum. Ardımda bıraktığım dağ, ondan uzaklaşırken küçüleceğine daha da büyüyordu.

Büyük Ağrı Dağı’nın batısında, biraz daha eğimli olan Zor Dağı yer alıyor. Ben ona doğru yol alırken Ağrı’ların büyüğü ve küçüğü bulutların arasında kalmış, dünya döndükçe bir görünüp bir kaybolmaya başlamışlardı. Dalbahçe köyünden bakarken, daha eğimli ve yayvan olmasa, Zor Dağı’nı onlarla karıştırabilirdim. Yine “ateşin çocukları”nın peşindeydim. Okul saati olduğu, köyün sakinliğinden belliydi. Dalbahçe İlköğretim Okulu’na yaklaştıkça sessizlik giderek yerini çocukların neşesine bırakıyordu. Köy okulu tek katlı birkaç binadan oluşmuştu.

Büyük bir köy olduğunu ilkin bahçedeki çocukların sayısından anlamıştım. Okulun müdürü ve öğretmenlerinden Mustafa Demirel karşılamıştı beni. Öğrenci sayısının 257, öğretmen sayısının ise 12 olduğunu söylemişti. Sekiz yıllık eğitim veriliyordu okulda. Öğretmenler odasıyla iç içe idare odasında sohbet ederken ders zili çalmış, öğretmenler hareketlenmişti. Her yarıyıl Doğubayazıt ilçesine 100’ün üzerinde öğretmen atandığını, yine ilçeden aynı sayıda öğretmenin ayrıldığını anlatmıştı Mustafa öğretmen. İkinci yarıyılın ikinci günündeydik. Daha bir gün önce köylerine yeni atanan bir öğretmen olduğunu duyunca bu heyecana tanık olmak için öğretmenin dersine misafir olmak istemiştim. Çiçeği burnunda öğretmen Yasemin Yaşar ile birlikte derse girmiştik. Çocukların şaşkın bakışları arasında en arka sırada bir yere kıvrılmıştım. Ders başladıktan kısa bir süre sonra çocuklar beni unutmuş, tahtada mevsimleri anlatmaya başlayan Yasemin öğretmene kulak kesilmişlerdi. Öğretmen içinde bulunduğumuz kış mevsiminden başlamıştı anlatmaya.

“İlkbahar ile birlikte ırmaklar suyla dolup taşar. Bu sular ırmaklara yüksek dağlardan gelir. Çünkü hava ısındıkça güneş karları eritmeye başlar. Mesela Ağrı Dağı’na baktığımızda şimdi ne görürüz çocuklar? Kış mevsiminde neler olur orada? Kar yağdıkça bembeyaz olur değil mi Ağrı Dağı? İşte ilkbaharla birlikte o karlar eriyecek, ırmaklar coşacaktır. Bu arada şunu da unutmayın, kuraklık kadar aşırı su da doğaya zarar verir…”

Yasemin öğretmen anlattığı konuya Ağrı Dağı’ndan örnek verince ben dersten kopmuş, sınıfın buğulu camlarının ardından koca dağı seçmeye çalışmıştım. Ağrı Dağı, çocuklarını ilkokul dersinde bile yalnız bırakmamıştı.
Köy okulları neden rengârenk değil de kırmızı olur? Anlamış değilim. Bu o kadar işlemişti ki belleğime, Mescitköy girişindeki tek katlı mavi yapının tabelasını görmesem okul olduğunu bilemeyecektim. Geniş bir düzlükte, hemen kıyısından akan dere ile birlikte bu mavi okul beyaz bir evrende yer alan küçük bir gezegeni andırıyordu. Bahçesinde hizmetliden başka kimse yoktu. Ders çoktan başlamış olmalıydı. Sınıf kapısını çekinerek çalıp içeriye girdiğimde toplasan 10, 12 öğrenci ve sıradan sıraya koşturup duran öğretmenleriyle karşılaşmıştım. Okulun tek öğretmeni, aynı zamanda müdürü, eli ayağı her şeyi Emrah Yardımcı “birleştirilmiş sınıflar” yöntemiyle ders anlatıyordu. Yöntemin ismine aldanıp ileri ve modern bir teknik olduğu anlaşılmasın. Duvar kenarlarında yan yana dizilmiş sıralarda önce birler sonra ikiler, üçler, dörtler ve beşinci sınıflar bir dörtgen oluşturmuşlardı. Emrah öğretmen bir sınıfa ders anlatırken diğer öğrencilerin sınıflarına göre başka konularla meşgul olmalarını sağlamak için çabalıyordu. Sınıfın ortasında ders anlatırken de ortak bir seviye belirleyip konuları işliyordu. Görevinin ne olduğunu bilmeyen biri dışarıdan baktığında onu orkestra şefi sanabilirdi.

Mescitköy’deki ilköğretim okulunu “mavi okul” diye belleğime kazımıştım. Onu geride bırakıp Zor Dağı’nın kıyısından başka bir köye doğru ilerliyorduk. Zor Dağı’nın uzantıları bir yerde bitiyor, onun daha doğusunda yer alan Ağrı Dağı ile arasında geniş bir düzlük başlıyordu. Bulutlar azalmış, dağlar daha bir görünür olmuştu. Karların ortasında ilerlerken yansıyan ışınlardan yorulan gözlerimi kapatıp dağların baharını, yazını düşlemeye başlamıştım. Biliyordum “ateşin çocukları” okullar kapandığında köylerinin ya da evlerinin işlerine koşacaklardı. Erkekler “Ağrı Dağı Efsanesi”ndeki kara, kederli gözlü, altın sakallı çobanlara dönüşüp yaylaların yolunu tutacak, kızlar ise efsanedeki Çoban Ahmet’in aşkı Gülbahar’ın güzelliğine bürünüp analarının yanında birer berivan olup süt sağacak, ot taşıyacaklardı. Bu efsaneyi dinleyerek büyüyordu dağın çocukları.

Efsaneye göre bir gün Çoban Ahmet’in evinin avlusuna sahipsiz, kar beyazı bir at gelmişti. Geleneklere göre üç kez yola bırakılan at her defasında Ahmet’in evine dönmüştü. Bu kar beyazı at Ahmet’in nasibiydi artık. Sonradan atın gerçek sahibinin Mahmut Han olduğu anlaşılmış, Ahmet’ten atın geri verilmesi istenmiş. Buna karşı çıkan Ahmet halkın da engel olmak istemesine rağmen han tarafından zindana atılmıştı. Ahmet zindana atılırken hanın kızı Gülbahar onu görür görmez sevdalanmıştı. Ahmet’i görmek için Gülbahar’ın önce zindancıbaşı Memo’yu aşması gerekecekti. Çünkü Memo da Gülbahar’a âşıktı. Memo Gülbahar’ın bir tutam saçı karşılığında Ahmet’i görebilmesi için zindan kapılarını açmıştı. O vakitten sonra Çoban Ahmet ile Gülbahar’ın sevdası dilden dile yayılmış, atı geri almasına rağmen Mahmut Han bu sefer bu sevdaya engel olmak için Ahmet’i zindandan çıkarmamıştı. Halkın giderek artan tepkisinden korkan han Ağrı Dağı’nın tepesindeki kutsal ateşi alıp getirmesi karşılığında Ahmet’i bırakacağını ve Gülbahar ile evlenmelerine müsaade edeceğini ilan etmişti. Binlerce yıldır ateşini almaya gelenleri yutan Ağrı Dağı bu karasevdaya boyun eğmiş, kutsal ateşi Ahmet’e vermişti. Kutsal ateşi saraya getirdikten sonra Ahmet ile Gülbahar’ın düğünleri yapılmış, gerdek gecesi Ahmet içindeki kuşkudan ötürü bir türlü Gülbahar’a dokunamamış, içi içini yemişti. Ahmet dayanamayıp Gülbahar’a zindancıbaşı Memo’yu nasıl aştığını sormuştu. Gülbahar bir tutam saçını Memo’ya verdiğini söylese de Çoban Ahmet içindeki kuşkuya ve kıskançlığına yenik düşüp Gülbahar’la arasına bir hançer bırakıp sırtını dönmüştü. Eğer suçluysa hançeri kendisine, masumsa suçlayan kişiye saplaması gerektiğini bilen Gülbahar sabaha kadar uyuyamamıştı. Ağrı Dağı’nın doruğundaki kutsal ateşin tekrar canlandığını gören Gülbahar zamanın geldiğini anlamış ve hançeri Ahmet’in kalbine saplamıştı.

O gün bugündür Çoban Ahmet ile Gülbahar’ın öyküsü kuşaktan kuşağa anlatılmıştı. Ama artık gençleri Ağrı Dağı’na çıkaran karasevdalar yoktu. Kim bilir belki de bunun nedeni yoksulluktu. Hayvancılık gelir sağlamıyor ama bundan başka bir işin yapılması da pek mümkün olmuyordu. Dağın batı tarafı sınırdan uzak olduğundan sınır ticareti de yapamıyorlardı. Çocuklar çoğu bakımsız okullarda bir süreye kadar okuyacak, sonra da aileleriyle birlikte çaresiz hayvancılık yapacaklardı.

Ortadirek köyüne ise yıllar önce başka bir ateş düşmüştü. Doğubayazıt’ın güneybatısında ve Tendürek Dağı’na bakan köyün okulunda, 2003 yılının karlı ve buz kesmiş bir ocak ayının 28’inde bir yangın çıkmış ve köy onunla anılagelmişti. O sabah çocuklar üşümesin diye okulun öğretmenleri sobayı yakmaya çalışırken öğrencilerden biri de yardım etmek istemiş, ama ateşi tutuşturmak için kullanılan tiner fazla gelince birden alevler yükselmişti. Alevlerin ortasında kalan çocuğu kurtarmak için üzerine atlayan öğretmenler bir taraftan ateşi söndürmeye, bir taraftan da diğer çocukları sınıfın dışına çıkarmaya çalışmışlardı. Fakat alevler her yanı sarmış ve ortada kalmışlardı. Öğretmenler kurtarmaya çalıştıkları öğrencileriyle birlikte can vermişlerdi. Ortadirek köyü ilköğretim okuluna gittiğimde, yangının gerçekleştiği sınıfın yanındaki genişçe koridorun duvarlarına asılmış, öğretmenlerin ve öğrencinin fotoğraflarının yer aldığı ve onlar için yine öğrenciler tarafından yazılmış şiirlerin, çizilmiş resimlerin bulunduğu panolara bakmıştım. Çoğu okuldaki altyapı yetersizliğini bildiğimden her an böyle bir kazanın çıkabileceği ihtimalini düşünüp ürkmüştüm.

Doğubayazıt’a bağlı köyleri gezerken bana eşlik eden Sezai Kokalp aynı zamanda ilçede faaliyet gösteren Eğitime Hizmet Derneği’nin başkanıydı. Esasen ticaretle uğraşan Kokalp, İstanbul’da yaşayan ve yine derneğin üyesi milli atlet ve öğretmen olan kız kardeşi Melahat Kokalp ile kendilerini ilçedeki eğitim sorunlarının çözümüne adamışlar. Eğitim bir yerde gönül işiydi. Eğitime gönül vermelerini, çoğu zaman işlerini güçlerini bırakıp bu yolda kendilerini adamış olmalarını, çocukluklarından kalan bir anısıyla açıklamıştı Kokalp:
“Çocukken yoksulluk içinde büyüdük. Hiç unutmam, müzik dersi ödevimiz için flüte ihtiyacımız vardı. Kız kardeşim Melahat bir arkadaşından flütünü ödünç almak için evden çıkmıştı. Flütü alamadan sokakta köpeklerin saldırısına uğramış, kan revan içinde eve dönmüştü. Birbirimize, büyüdüğümüzde ne olursa olsun eğitim için çocuklara yardım etmek üzere söz vermiştik. O başarılı olabileceğini, maddiyat gerektirmeyen koşu sporu ile kanıtlayıp yurtiçinde ve yurtdışında dereceler alıp milli atlet oldu.”

Aynı zamanda İstanbul’da öğretmenlik yapan Melahat Kokalp büyük şirketlerle, işletmelerle, eğitime destek vermek isteyen kişilerle görüşüp dernekleriyle iletişime geçmelerini sağlıyordu. Sezai Kokalp ise ilçedeki, köylerdeki okulların temel ihtiyaçlarını, sorunlarını tespit ediyor, gelen desteğin en verimli şekilde kullanılmasını sağlıyordu. Giyim yardımından ana sınıflarının yapımına, kanalizasyon sorunundan kütüphane kurmaya kadar hemen her eksiğe yetişmeye çalışıyorlardı. Karşılaştıkları sorunlar ve ihtiyaçlar ise saymakla bitmiyordu. Yardımların yetersiz oluşu en temel sorundu. Derneğin bir bürosu bile yoktu; bütün her şeyi diğer üye Murat Özcan’ın işyerinde organize ediyorlardı.

Genel olarak doğudaki okulların sorunlarına, yolculuklarımda sık sık tanık olmuştum. Altyapı yetersizliklerinin yanında başka sıkıntılar da vardı. Doğubayazıt’ın Subeşiği köyündeyken yine aynı sıkıntılara tanık olmuştum. Dört yıldır bu köyde görev yapan, öncesinde vekil öğretmen olarak Kocaeli’de kısa bir süre öğretmenlik yapmış olan Ahmet Tavukçu, sürekli öğretmenlerin değiştiğinden hem çocukların hem de öğretmenlerin buna alışmasının zorluğundan bahsetmiş ve eklemişti:

“Örneğin Kocaeli’de öğretmenlik yaparken sadece dersine giriyor, en verimli şekilde dersi işleyebilmek için zamanını harcıyorsun. Eğitimle ilgili diğer bütün işleri okul idareleri, aileler, görevliler yapıyor. Burada ise eğitim vermenin yanında geride kalan bütün işler de senden soruluyor.”

Bir başka büyük sorundan da laf açılmıştı. Okula başlayan çocukların neredeyse hemen hiçbiri Türkçe bilmiyorlardı. Anadilleri Kürtçe ile kendilerini ifade edebiliyorlardı. Durum böyle olunca öğretmen, çocukların eğitimsel kazanımları bir tarafa öncelikle karşılıklı anlaşabilmek için Türkçe öğretmeye çalışıyordu. Matematikten, coğrafyadan, tarihten önce başka dilde okumayı ve öğrenmeyi çözmeye çalışmak uzun yılları alabiliyor, diğer kazanımlardan ve bilgilerden geri kalınıyordu. “Keşke Kürtçe bilseydim” demişti bir yerde Ahmet Öğretmen ve “hiç olmazsa birbirimizi anlayabilmemiz için harcadığımız zamanı eğitim ve öğretim için daha verimli kullanabilirdik” diyerek bitirmişti sözlerini.

Ateşin çocukları yüceler yücesi Ağrı Dağı’ndan milyonlarca yıl önce doğaya saçılmış bazalt parçaları gibi dağın çevresindeki hayatları oluşturuyorlardı. Dağ onlara, onlar da dağa sonsuz bir yaşam sunmuştu. Her çocuk sıralı sırasız, yalnız ve kalabalık dağlar gibi yüceydi. Çocukların ufku tıpkı karşımda duran Ağrı Dağı gibi gökyüzünü bile delip geçmiş, dünyayı sarmıştı. Hayalleri yine bu dağın üstünü örten karlar gibi tertemiz, bakışları sarp kayalıklar gibi keskindi. Dağın doruğundaki Küp Gölü’nün kenarında, som mavi suyun kıyısında her bahar altın sakallı, uzun parmaklı çobanlar dinlenmeye gelirdi. Uçarken kanatlarını mavi suya değdiren akkuşlar çocukların umutlarını uzak diyarlara taşırdı. Elimden gelse som mavi suyu, berfinleri, yüce dağı, umut taşıyan akkuşları kendimle beraber getirirdim. Ama biliyordum efsaneler de, dağlar da çocuklarla birlikte ve yerinde güzeldi…

Atlas Mart 2014/SAYI:252

Fotoğraf Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap