Anasayfa KeşfetArkeoloji Kemer’den Fethiye’ye Lykia Limanları

Kemer’den Fethiye’ye Lykia Limanları

Antalya Kemer’den Fethiye Körfezi’nin kuzeybatısındaki Dalaman Çayı’na kadar uzanan Lykia topraklarında çok sayıda antik liman kenti yer alıyor.

Yazı: Tevfik Taş / Fotoğraflar: Tolga Sezgin

Lykia’dayım. Phaselis’te deniz çok eski, belki arkaik, belki daha da eski bir dille konuşuyor. Aynı seslerle sayısız duygu anlatıyor. Her sözcüğün içinde binlerce başka sözcük, her fısıltıda binlerce kapı var.

Antalya Körfezi’nin batısında, Tekirova’nın kuzeydoğusundaki yarımadanın üzerine kurulmuş Phaselis antik kenti. Kentin sınırlarını kuzeyde Gökdere Vadisi, güneyde Üç Adalar’dan Tahtalı Dağı’na uzanan hat belirliyor. Amasyalı antik coğrafyacı Strabon, Phaselis’i şöyle tanımlıyor: “Bundan (Korykos’tan) sonra üç limanlı bir kent olan Phaselis’e ve bir göle gelinir. (…) Phaselis yakınında deniz kenarında dağlar boyunca, Büyük İskender’in ordusunu geçirdiği uzun geçitler bulunur. Burada Pamphylia Denizi’nin yanında ve kıyıda dar bir geçit bırakarak uzanan Klimaks adında bir dağ vardır ve sakin havalarda bu geçitte su yoktur ve böylece yayalar buradan geçebilir; fakat deniz kabarmışsa dalgalar bu bölgeyi önemli bir ölçüde kaplar.”

Bugün Phaselis’in etrafını sarmalayan otoyolları, insanın neredeyse bütün gözerimini kaplayan devasa reklam tabelalarını, paratifoya yakalanmış gibi düzensizlikten neredeyse nefes alamayan kasabalarını anlatmak yazan için de okuyan için de can sıkıcı, dehşetengiz olur. Phaselis’te irili ufaklı çam korularına bakarken, inşaatçı sektörünün serdengeçtileri buraları ne zaman yakacaklar diye düşünüyorum. Önce bir yangın, sonra oteller, AVM’ler; sonra da yeni kıyı yasası aklıma geliyor… Artık yangına bile gerek yok; satılmadık tek koy, tek kıyı kalmayacak.

Antik yazar Plinius’un tanımı ise Phaselis’in hem bağlı olduğu kentler topluluğunu, hem de coğrafyasını verir: “Pamphylia kıyısındaki son yer, son liman kenttir.” Ve “yöredeki Khimaera Dağı gibi volkanların günlerce lav püskürttüğünü” yine gezginlerin üstadı Plinius yazar.

Phaselis adının kaynağını kimi Fenikelilere bağlıyor: “Tanrı esirger”; kimi Hellen dilinde ise Phaselos “fasulye” sözcüğünden geldiğini söylüyor; kimi kaynaklar da Luvi kökenli Passala, “deniz kentçiği” anlamına geldiğini aktarıyor.

Bir zamanlar Lykialı yerli bir topluluğun belki de elleriyle balık avladıkları bu kıyılara, sonra bir Dor kolonisi gelip yerleşmiş. Lykia tarihine ilişkin çalışmalarında Orhan Akşit “Lukka yerleşmesinin bütün bunlardan daha önce olduğunu” söylüyor; bölgenin geçmişini İÖ 2.-3. binyıllara dayandırıyor.

Sonrası bütün Lykia limanlarının kaderini küçümsenmeyecek zamanlar boyunca belirleyen korsanlık ve ticaret hikâyeleri. Phaselis de “İÖ 1. yüzyılda Olympos ile benzer biçimde Zeniketes liderliğindeki korsanların üssü durumuna gelmiş.

Bir gün Phaselis’in kıyısına gelirseniz, Francis Beaufort’un pek çok tarihsel kaynaktan yararlanarak yazdığı şu satırları anımsayın istiyorum:

Kehanet Merkezi Patara Ksanthos Vadisi’nin denize ulaştığı noktada bulunan Patara, Lykia Birliği’nin önemli kentlerindendi. Birliğin toplantıları buradaki limanda yapılıyordu. Roma döneminde de önemini yitirmeyen Patara, Lykia ve Pamphylia eyaletinin başkenti olmuştu. Tanrı Apollon’un doğduğu yer olarak bilinen kent, onun adına kehanet merkezi olarak da ün yapmıştı.

Kehanet Merkezi Patara
Ksanthos Vadisi’nin denize ulaştığı noktada bulunan Patara, Lykia Birliği’nin önemli kentlerindendi. Birliğin toplantıları buradaki limanda yapılıyordu. Roma döneminde de önemini yitirmeyen Patara, Lykia ve Pamphylia eyaletinin başkenti olmuştu. Tanrı Apollon’un doğduğu yer olarak bilinen kent, onun adına kehanet merkezi olarak da ün yapmıştı.

“Tahtalı Dağı’nın dibindeki ufak bir yarımadanın üzerinde Strabon’un tanımladığı gibi üç limanı ve gölü ile Phaselis kentinin kalıntıları yer almaktadır. Ana liman kıstağın batı yakasındaki taş bir rıhtımla biçimlenmiştir; kendisini bütünüyle alt etmiş olan denizin içine doğru iki yüz yarda kadar uzanan bu rıhtım, şimdi ancak suyun altında izlenebilmektedir. Öbür iki liman doğu yakasında olup, bunlardan biri kapılarla kapatılmış olduğu anlaşılan dar girişiyle oldukça küçüktür. Rıhtım köşelidir ve dış kenarı yerine bir kaya bulunmaktadır; taş işçiliğinin neredeyse hâlâ mükemmel bir durumda kalarak korunmuş olmasını da belki bu duruma borçludur. Üçüncü limanın ise sadece gölün boşaldığı ve karşısındaki uzun bir kırık resif eğer zamanında büyük bir mendireğin temeli değil idiyse yapay herhangi bir koruması bulunmayan bir kıyı girintisi olduğu görülmektedir. Mermer döşeli düz bir cadde küçük doğu limanından başlayıp tiyatro ile diğer yapıların arasında sona ermektedir.”

Günümüzdeki Phaselis antik kenti Roma’nın son dönemiyle, Bizans dönemi yapı kalıntılarından oluşmaktadır. Bunların en dikkat çekici olanı, yöre halkının “Büyük kilise” ya da “Manastır” dediği yapıdır. Öteki kilise geniş narteksli, üç nefli bir bazilikadır ve olasılıkla 5. veya 6. yüzyıldan kalmadır.

Ben şimdi hemen bütün tarihi boyunca Phaselis ile aynı kaderi paylaşmış Olympos’a gidiyorum. Bu yazının gemisi bu kez yalnızca Lykia limanlarını dolaşacaktır çünkü.
Olympos’ta gece. Denizinin kendine özgü bir kokusu var. Dediğim zihinde biraz daha canlanabilsin diye güneşin kokusunu düşünmenizi diliyorum. Güneşte bir zaman kalan giysiler, çarşaflar gün kokar, güneş kokar. Gece denizinin ışığı da kokuyor.

Gelidonya Burnu’nun doğusunda, Adrasan Burnu’nun kuzeyindeki Tahtalı Dağı’nın gölgesi her an Olympos’un üzerindedir.

Burada yaz aylarında bile soğuk akan Olympos Çayı antik Olympos kentini ikiye ayırıyor. Salt kuma uzanıp güneşte ızgara olmaktan ibaret değilse buraya gelme amacınız, akarsuyun iki yakasındaki yamaçlarda yer alan Roma tapınağını, tiyatroyu, hamam ve Bizans devri kiliselerini gezmekle keşfe başlayabilirsiniz. Yanartaş’a sahilden yürüyerek gidebilirsiniz. Fakat yürümekte zorluğunuz, usancınız varsa Çıralı’ya giden caddeden geçen dolmuşlar da sizi dağın eteğine kadar götürebilir. Hephaistos kutsal alanı da kıyıdaki Olympos antik kentinin kuzeyindeki dağda yer alıyor.

Olympos, Lykia Birliği’nin içindeki Ksanthos, Patara, Pinara, Olympos, Myra ve Tlos’la birlikte altı kentten biridir. Strabon, bu bilgiyi Artemidoros’tan almış ve asırları aşırarak ulaştırmış bize.

Bir zamanlar şöyle yazmışım defterime: Tanrıların dağı Olympos’tan, o Tanrısal vadiye baktığımda, ince kırmızı bir sis içindeydi; sanki bütün vadi, gülden bir Türkmen gömleği giymişti. Tanrıların, o bitmez kaynaklardan gelen şarabı dağıttıkları an gibi zaman; bütün yüzler, ayinler, şarkılar müthiş bir neşeyle kızarır; pembe desen değil, kırmızı desen…
Tarihin parşömenlerinden Marcus A. Zosimos gibi sıradan Olymposluların tarihini ararken Venedikli, Cenovalı, Rodoslu şövalyelerin ya da Kilikialı korsan Zenikotos’un kente yaptıkları baskınların öykülerini buldum. Akşamdı, deniz yalınayak gelip sevdalıların ayaklarıyla oynaşıyordu. Ve ben kıç bordasında Aphrodite kabartması olan yelkensiz, direksiz, küreksiz gemisiyle, Kaptan Eudemos’a yazılan şiiri bilmem kaçıncı kez okuyordum.

“Son limana girdi demirledi gemi çıkmamak üzere
Çünkü ne rüzgârdan ne de gün ışığından medet var artık
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemos
Oraya gömüldü gün misali kısa ömürlü gemisi kırılmış bir dalga gibi.”

Gitmelerin güzelidir güneşin doğduğu yöne. Ben de kalkıp Lykia’nın doğu limanlarına gideceğim:
Finike Ovası, Doğu Lykia bölgesinin en büyük ovasıdır ve Gelidonya Burnu’ndan Finike’ye uzanan bir sahil şeridine sahiptir. Şimdi Başgöz (Arykandos) Çayı dediğimiz ile Göksu’nun (Limyros) birleştiği yere kadar olan akarsuyun adı bir zamanlar Phoenix’miş. Zaten Limyra, Finike Limanı’nın yüksekteki yerleşimidir. Arap coğrafyacı İdrisi 12. yüzyılda defterine bu akarsuyu “Fineqa” diye yazmış. Phoenix adı kullanılmadan önce akarsu bütünüyle Limyros adını taşıyormuş ve olasılıkla gemi yapımı için kullanılan kereste taşımacılığının en önemli yollarından biriymiş. Aysun Çobanoğlu’nun derlemesinden buranın “Lykia dilindeki adının Zemu(ri)” olduğu söyleniyor. “Hitit kaynaklarında Zumarri” diyor Nevzat Çevik. Ortaçağ denizcilik haritalarında ise Finica… Spratt ve Forbes 19. yüzyılda bölgeye geldiklerinde “Finike küçük bir köy görünümünde” imiş. Şimdi de kıyıları çok güzel, ama artık ilçe, bir köy-şehir…

Kıyıları ay basmış. Pervanelerin ışıkları yurt tuttuğu bir gece vakti ılgın ağaçlarının arasından, hepten köpüğe kesmiş kıyıdan Elmalı’nın yükseklerine bakarak, kendi ışıklarında pervane olan, sema eden Bektaşileri düşündüm… Zira, bu bölgede yaşayan Bektaşiler, onların büyük erenlerinden biri olan Abdal Musa’nın buradaki Bektaşi türbesinde yattığına inanır ve her yıl onun için şenlik kurar, sema eder.

O zamanlardan yani İÖ 5. yüzyıldan belki de Bizans’a kadar insan ve eşya yüklü gemileri ağırlayan tarihi Finike Limanı şimdi akarsuyun getirdiği toprakla dolmuş. Artık yok! Ancak o eski limanın yerini anlamak isteyenler, yakınındaki koydaki yat limanını kerteriz alabilir.Finike güzel ama ben yolcuyum. Ben ki bir zamanlar dize yazmışım yolların ruhani ve coğrafi olanını ayırt etmeksizin, dize düşmüşüm Günün Kapıları’na: “Gitmeliyim/ Ha balla kesilmiş yolum/ Ha belayla/ kaç yazar. …”

Doğuya, daha doğuya Myra’ya… Ben “Myra” diyorum siz lütfen Demre anlayın. Hierokles’ten okuyoruz ki Myra “Lykia Birliği’nin başkentidir…” Tarihsel adını kendi doğasından, bu yörede yetişen mür ağacından almış. Zira Cevdet Bayburtluoğlu “Grek ve Lykia dilindeki kaynaklarda da myrrha” olarak geçtiğini söylüyor.

Mersin ağacının bir türü olarak nitelen mür veya Commiphora myrrha, kente özgü kokulu yağ üretiminde kullanılmış. Nevzat Çevik, arkeolojik kazılarda bulunan mür şişelerini anımsatıyor ve “Kilisenin kuzeyinde rastlanan mür yağı kutsama odasına ‘Myrophylon’ ve mür yağı saklama odasına ‘Myrophylakion’” dendiğine dikkat çekiyor.

Günümüzde buradaki Aziz Nikolaos Kilisesi özellikle Rus Ortodoks ziyaretçilerin akınına uğruyor. Antalya Arkeoloji Müzesi’nde ise azize ait olduğu düşünülen rölikler sergileniyor.
Ben bir yandan tarihin bu enfes öykülerini düşünürken, öte yandan buradaki tiyatroyu gezmenizi öneririm. Aslında tiyatronun önündeki masklar başlı başına bir çalışmanın konusu olsun istiyorum. Her mask yüzlerce öykü, yüzlerce farklı ufuk…

Aslında iyi düşünülürse, yolcunun öykülerden gayri yükü olmaması gerek. Toplayın öykülerinizi Kekova bölgesine, o yeryüzünün en güzel denizlerinden birine gidelim.
Burada tarih, hem denizin içinde, hem de dağların, patikaların üstünde. Burada bir denizde değil, evrenin o harikulade akvaryumunda yüzüyor insan. Yüzlerce renkte, onlarca tür balık eşlik ediyor her kulaca, her kıvrımına bedeninin.

Üçağız’dan yani Teimioussa’dan Mustafa Amca’nın teknesiyle açıldık. Mavinin, yeşilin, beyazın, türkuvazın envai tonunun sarıp sarmaladığı bir dünyada denizi, adaları bu sularda yıllar yılı dümen sallamış birinden dinlemenin o doyulmaz keyfiyle buluşuyorum. Şurası Kaplan Adası, Aperlai’ye doğru soldaki Papaz Adası. Gözlerinizi yumun ve denizin içinde, hayır denize ait kara parçalarının oluşturduğu bir ters “T” düşünün; işte onun içinden geçiyoruz. O dar uzun körfezin başlangıcıdır Aperlai. Bu küçük kara parçasına ne zaman ayak bassam hep aynı sessizliğin de sessizliği karşılar beni. İskelede lokantalar var. Ama düz patikayı izleyerek içeri, adanın öteki ucuna yürüdüğümde beni her biri başka bir devrin anılarıyla yüklü tarih kalıntıları karşılıyor. Unutulmuşluk kavramı yeryüzünde ender güzel gelir insana, ben buradaki küçük yapı kalıntılarına, lahitlere baktıkça bunu düşünürüm: Değmesin bu çağın insanının eli; burada kalsın, böyle kendileri olarak…

Mustafa Amca, “Kaleköy’ü görmeden bu denizden ayrılmak olmaz” diyor. Simena… Ahların en güzeli… Salt otomobilin değil, kara taşıtının hiçbiri çalışmıyor burada. Eteğinden zirvesine dek merdiven. Eteğinden zirvesine dek yaşanası…

Karşıda Kekova kayaların içinde, taştan tarih… Bilinebilen tarihiyle İÖ 5. yüzyıldan beri yaşıyor.Bu deniz götürüyor beni. Uzaklaştıkça buruklaşan yürek şunları söylüyor: “Uzağız şimdi / Nasıl uzaklaşırsa bir sayfanın iki yüzü / Yazgının girdabında. …”

Bir başka limanı keşfetmekten başka ne teselli edebilir ki beni!

Şimdi size yaşlı Plinius’un yazdığı adıyla Habesos mu desem, yoksa tarih sayfalarının çoğunda yazıldığı biçimiyle, Phellos ve onun limanı Antiphellos mu? Tedavüldeki adıyla Kaş.
Kaş’ta denizin üstü kadar altı da güzel. Bu nedenle de amatörüyle, profesyoneliyle dalgıçların uğrak yerlerinden. Denizle haşır neşir olduktan sonra keşfedilecek ilk yer antik Phellos’un kalıntılarıdır. Yürüyerek bir buçuk, bilemediniz iki saat. Buradan baktım o İÖ 4. yüzyıldan Roma’ya, Bizans’a, Selçuklu ve Osmanlı’ya kadar liman olan Antiphellos’a. Zira, Antiphellos, Phellos’un tam karşısı demek.

Talihini, Akdeniz’in huyuna bağlamış, onu tanıdıkça evreni, emeği, geleceği genişlemiş kavimlerin tarihine de uymaz mı İrlandalı şair ve oyun yazarı W. B. Yeats’ın dizeleri: “Emek çiçek açmış ya da dans ediyor…”

Kaş Limanı’nın tarihinden bir kesiti Francis Beaufort anlatsın: “Kastelorizo (Adası), Sebeda (Kaş Limanı) ile Vathy (Bucak Denizi) gibi iki geniş limana açılan küçük adacık ve kayalıklarla dolu bir körfezin batı yakasında yer alır. Sevedo istenebilecek her türlü iyi niteliğe sahip gibidir. Limanın başından denize doğru uzanan kayalık bir dil, içinde bir savaş gemisinin demir atması için yeterince su derinliği bulunan doğal bir rıhtım oluşturmaktadır.”

Asfaltın düşlerini bozmasından korkan yolcu, Patara’ya ulaşan Roma yolunu mu izlemeli, yoksa denizden mi gitmeli ikilemini yaşar bir zaman…

Charles Texier, bir zamanlar burada olan Ksanthos kentinin varlığından söz eden yazarlardan biridir: “7 Ağustos 1836 tarihinde Macri körfezinden güneye gidince ertesi gün Anti-Cragus Dağı’nın (Antikragos) sivri çıkıntılarından, Yedi Burun denilen noktaya geldik. Buradan sonra kıyı, düz bir kumluk halini alır. Burası genişliği otuz kilometreden aşağı olamayan Ksanthos vadisidir. Çok eski bir zamanda çıkıntısını oluşturduğu açık bir şekilde görülür. O halde Ksanthos şehri o zamanlar denize daha yakın bulunuyordu.” Patara Limanı ve antik kentini deniz örtmüş kumlarıyla, biz göremiyoruz.

Bir zamanlar Lykia’nın gözde limanlarından biri olan bu limanın yukarısında yükseliyor Roma devrinden kalma o anıtsal kapı. Patara antik kentine bu kapıdan geçerek giriyorum. Lahitler, hamam, Apollon’a ya da başka bir kutsalın adına yapılmış tapınak burada… Ama ben buradaki tiyatronun konumuna hayranım. Sahneyle deniz karşı karşıya. Düşünüyorum da İS 100 yılı dolaylarında yaşayan bir Pataralı ya da Ksanthoslu ve yine böyle romantik bir deniz düşkünü olsaydım burada, bana izletebilmeleri için çok başarılı oyunlar sahnelemeleri gerekirdi.
Üzüm asmalarının, portakal bahçelerinin, frenk yemişlerinin arasından baktım Patara denizine. Şafak değil deniz ışıyordu. Nasıl ayırt edeceğiz dedim, denizdeki şafakla denizi?

Herodotos, “Telmessos, kâhinlerine danışılan bir kenttir” diyor. Kimi araştırmacı kâhinleriyle ünlü bu kentin Karia’daki Telmessos olduğunu söylüyor, kimi de Lykia’daki, bugünkü adıyla Fethiye olduğunu… Ben bu tartışmaya katılmayacağım. Ne ki şunu söylemekten de kendimi alamıyorum: Kelebeklerin yurt tuttuğu vadilerde doğan insanların bir kısmı kâhin olmasa da derin olur. Fethiye sınırlarına girdiğimde yokuşun başında durdum ve anlamak için sadeleştirmek gerekir dedim. Turizme bel bağlamış ülkelerin kentlerinde olan her şey var burada.

Karadağ’ın Ege Denizi’nde İblis Burnu’nu oluşturduğu noktadan başlayan Fethiye Körfezi Kapıdağ’ın güneyinde Kurtoğlu Burnu’na kadar uzanır. Limana iniyorum. Biraz ileride Paçarız Burnu ve Şövalye (Meğri) Adası doğal bir iç liman oluşturmuş. Bu deniz ada dolu; Kızıl, Delikli, Kızlan Adası, Yassıca Ada, Tersane ve Domuz adaları ilk akla gelenler.

Ovalara, vadilere baktıkça “hayal melekleri kurmuş bu kenti” diyorum; “sonra betonun istilası ve yağma gelince onlar da gitmiş.”

Symbola’nın (Ölüdeniz) limanında bir zamanlar yapılan ticaret etkinliğini Francis Beaufort anlatsın: “Rodos Adası’na kereste, katran, sığır ve tuz ihraç edilir. Bir de körfezde taşımacılık yapan küçük tekneler bulunur” dedikten sonra ekliyor kaptan: “İstanbul’dan gelen yolcular Makri Limanı’ndan Mısır’a gitmek üzere gemilere biner ve Mısır’a odun gönderilir.” Nihal Tüner ekliyor: “Telmessos’tan İtalya’ya şarap ihraç edilirmiş.”

Bugünkü adliye sarayının yanındaki anıtsal mezarın önünde durdum bir zaman. Sonra etrafına baktım. O günkü ölülerin evinin bugünkü dirilerin evinden daha güzel olması sadece zaman farkı olabilir mi?

Sonra insana, yaşamaya, yaratmaya, kalıcılığa dair çok şey düşündüren kaya mezarlarına gittim. Ve onun hemen yakınındaki yeni yapılan apartmanlara baktım. Utancım, hayranlığımı bastıracak diye korktum.

Kıyıyı izleyerek, kilise ve İskender Bazilikası olarak adlandırılan yapı kalıntılarına yürüyorum. Pek çok tarihçi sahil kilisesinin 6-7. yüzyıllarda etkin olduğunu yazıyor. Ancak ben burada da 6 bin kişilik tiyatronun hayranıyım.

Fethiye Körfezi’ndeki adalarda liman ve küçük yerleşmeler bulunmaktadır. Denizden usanmak olmaz, ama Makri Adası’na da gitmek gerek, zira Komnenos dönemine ait üç kale ve surlar burada. Tarihin izlerini görmek bir gezgin için hiç de yabana atılır bir neden değildir. O halde ver elini Tersane Adası ve Domuz Adası… Gemiler Adası’nda kiliselerin, sarnıcın ve bir zamanlar büyük olasılık tahıl deposu olarak kullanılmış küçük odalardan oluşan yapıların kalıntılarına bakıyorum.

Adına “mübadele” denen zalimliği yeryüzünde en çarpıcı anlatan yer neresi diye sorulsa ben oyumu Levissi’den, yani Kayaköy’den yana kullanırım. Burası neredeyse Bizans’ın başlangıcından beri var olan bir yerleşim. O zamanlar, Ölüdeniz’deki kiliselere ulaşmak için gemilerin yanaştığı bir limana sahipmiş. Burada yaşayan Rumlar, öylesine yıkılmaz, zamana dayanan bir köy yapmışlar ki, bugün de göz kamaştırıyor. Bana buranın her sokağını, evlerini, tarihini gezdiriyor Filiz Almalı: “Burası öyle bir köymüş ki, kendi gazetesini çıkarıyormuş o zamanlar” diyor misafir evinin bahçesinde.

Tanyeri ağarıyor, ışıkların en güzeli. Evrenin renklerinin ince tülsü dansı başlıyor. Yeats’la birlikte soruyorum: “Nasıl ayırt edeceğiz/ dansı dans edenden?” Bitmiş diyebilir mi kimse burada, Telmessos’ta Lykia’nın limanları? Şaşarım. Şaşar akılda ve kalpte yeni başlayan yolculuk l

Atlas Eylül 2014 / Sayı 258

Fotoğraf Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap