Anasayfa KeşfetKültür Geçmişe Doğru, Yoga Yolu

Geçmişe Doğru, Yoga Yolu

Ayşegül Parlayan Özalp

Omuzlarını geriye bırak, kaldır kalbini ve teslim ol akışa, güneşe, suya… Nefes al, nefes ver! Çılgın kalabalığın ortasında ve baş döndürücü hızla ilerleyen modern yaşamdan iyice bunalanlar bütün dünyada yogaya sığınıyor. Nefes al, nefes ver! Yoga bedenin dingin ve sağlam olmasını sağlıyor. Beden sakin olduğunda, zihin de sakindir. Yoga aynı zamanda, bedenin merkezinde saklı gizemleri bilincin perdesine yansıtıyor. Var oluşumuzu şekillendiren kalıpları önümüze seriyor. Nefes al, nefes ver! Atlas, yoganın gizemli ve güçlü doğasının derinliklerini sayfalarına taşıdı. Nefes al, nefes ver!

Çocukluğuma geri döndüğüm yolculukların başladığı gün ilk yoga kursumun haftası dolmak üzereydi. Gevşeme pozu “şavasana”da kollarım ve bacaklarım iki yana açık, sırtüstü yatmış, ayak parmaklarımı bir bir hissedip gevşetmeye çabalıyorum. Kimi organlarımı kasmaya öyle alışmışım ki çözülmelerine imkân ihtimal yok sanki! Kaskatı boynum ağrıyor ve onu nasıl serbest bırakacağımı bilmiyorum. Boğaz, boyun, omuzlar… Altçene tekrar ve yine boğaz…. Uzaklardan hocamızın sesini duyuyorum. Uykuya daldığımızda bile beden gün boyunca sıkmaya alıştığı kasları bırakamıyormuş. Gerçek rahatlama için tepeden tırnağa kaslarımızı taramamızı, fark etmeden tuttuklarımızı hissetmemizi ve gevşetmemizi söylüyor hocamızın sesi.
Omuzlar, kürekkemikleri, göğüs kafesi, nefesi boşalt ve kalp… Ve birden… Islak, sarı, beyaz, pembe taşlara basan lacivert sandaletler. Bir önceki hayatım mı yoksa? İlk haftadan reenkarnasyona dair bir ipucu yakalamış olabilir miyim? Ama bu taşlar, pembe, sarı, beyaz, pek tanıdık. Neredeyim? Biraz ileride asmanın altında toprak yumuşak, kızıl, buram buram, büyük karıncaların labirentlerine açılan deliklerle dolu. Ah! Tabii ya! Büyükada’daki evimizin bahçesi. Taşlar, üzerlerinde ilk adımlarımı attığım bahçe kapısından eve uzanan yolun taşları. Sandaletlerin içinde kendi ayaklarımın minyatürleri.

Dilimin ucundaki esrarın devamı çorap söküğü gibi geliyor.
Bir yaz sabahı bu. Dokuz yaşındayım. Bahçedeki çeşmenin yanında, yüzümü doğan güneşe çevirmiş duruyorum. Sabah serinliğinde hırkam üstümde değil ya, ürperiyorum. Zamanın bir şeyler yapmadan, boşlukta sallanarak dolu dolu geçtiğini bilecek bir yaştayım henüz. Herkesten önce uyanmış, kapıları gıcırdatmamaya özen göstererek bahçeye inmiş, sabah saatlerine özgü olduğunu keşfettiğim ışığı, kokuları, sesleri, tenimde oynaşan taze serin havayı içime çekiyorum. Tek başınayım. Ne eksik ne fazla, tastamam tek başına. Hayatımdan çok memnunum.
Yoga salonunun serin zemininde yatan ben ile çeşmenin yanında duran çocuk ben, karşılıklı duruyoruz. Hafızadan bilince akan bir görüntü değil bu. Aradaki yıllar sahneden çekilmişler. İkimiz de aynı yerdeyiz o anda… Tek başımıza, tastamam, hayatımızdan memnun. Çocuk ben için bu tanıdık, her gün girdiği bir hal. Sırtüstü yatan ben içinse o hal, koca bir köşkte girilmeye girilmeye varlığı unutulmuş bir tavan arası…
Bir defalık tecrübe değilmiş bu. Derslerin sürdüğü sonraki haftalarda çocukluk anları onları tıkıştırdığım çekmecelerden, dolap köşelerinden üstüme doludizgin yağmaya başladılar. Tek anlık karelerdi bunlar. Sadece görüntüleriyle değil koku, ses ve hisleriyle çakıyorlardı zihnimde. Ya da ben onlara gidiyor, nicedir tatmadığım hallere girip çıkıyordum.
Nefes al, göğüs kafesinin arkasına, sırtına dokunsun. İlkokul ikinci sınıf sabahı kaloriferler yanmadığı için annem önlüğümü elektrikli radyatörün üstünde ısıtmış salonda ayakta uyumaya devam eden beni giydiriyor. Soyunmak soğuk, annem sıcak, dışarısı gri, ev yalnız, ocakta kaynayan ıhlamurun kokusu…
Öne katlanırken salon kapısının gıcırtısı, kimse duymadan evden kendimi dışarı, bahçeye atma telaşım ve salonda ekmek kızartan dedem. Masa ile büfe arasında gidip gelip kahvaltı sofrasını hazırlıyor ve hafiften Vivaldi eşlik ediyor bu sabah ritüeline. Nenem geç kalkmayı sever. “Ooo! Küçük, erkencisin yine” diyor dedem. Ertesi sabah dedemden erken kalkmaya niyet ederek bahçeye süzülüyorum.
Arkaya katlanırken kulaklarımda Erol Evgin çınlıyor. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor”… Annem üzülüyor mu bu şarkıyı dinlerken? Bizim evin ışıkları da yanmıyor sanki. Zaten Adile Naşit de bir kez olsun benim adımı saymıyor “Uykudan Önce”de. Oysa ben her akşam onun karşısında yemeğimi yiyorum. Hüzün çöküyor karnıma.
Büyülenmiştim… Bu yaşadığım içimdeki çocukla yeniden buluşmak değil, düpedüz zamanda yolculuktu. Sanki birisi hayatımın her saniyesinin sadece görüntülerini değil seslerini, kokularını, hislerini, tatlarını da kaydetmişti ve bu yoga, nasıl yapmışsa artık o kayıtları açığa çıkarmış, çocukluğumu çok boyutlu film gibi önüme sermişti. Nasıl oluyordu bu?
Anlattıklarımdan etkilenmişe benzemeyen hocam Panço açıkladı: Aslında çok basitti. Yoga, beynin günlük hayatta kullanmadığımız bölümlerini etkinleştiriyor, böylece farklı bilinç hallerini tecrübe edebiliyorduk. Ve evet, insan yaşamının her anını tüm hisleriyle kaydeden bir mekanizma da vardı: Hafıza. Beynin az kullanılan bölümleri uyandıkça hafıza da silkiniyor, dolap diplerinde sakladığı kayıtları gün yüzüne çıkarıyordu. Aynı durum yoga çalışmaları sonrasında psişik yeteneklerini keşfeden insanlar için de geçerliydi. Zihnin çalışmaya alışmamış bölgeleri etkinleştikçe sezgiler ve telepati becerisi de güçleniyor; diğer insanların ne hissettiğini bilmek, düşüncelerini duymak kolaylaşıyordu.
Sabahları 6’da başlayan derslere düzenli olarak katılmaya başladığımdan beri benim de sezgilerim güçlenmiş, tahminlerim doğru çıkar olmuştu. Hayata dair kararları vermek bile kolaylaşmıştı. Hocam disiplinimi takdir ediyor, yeni yeteneklerime ve paralel zamanlara yolculuk hikâyelerime ise kulak asmıyordu. Kozmik yolculuklardan sarhoş, dersten çıktığım bir akşam Patanjali’nin Yoga–sutra (Yoga Özdeyişleri) kitabını elime tutuşturdu. Üçüncü bölümle başlamalıymışım.

Patanjali’nin Yoga–sutra’sı
Bundan 2000 yıl önce Hindistan’da yaşadığı tahmin edilen Patanjali’nin Yoga–sutra’sı yogaya dair ilk “kullanma talimatı” sayılıyor. Ancak bu sistemin kökleri Patanjali’den çok önceye, İÖ 1200 civarında yayıldığı tahmin edilen Veda’lara dayanıyor. Veda’lar yazılı olarak değil, ilahiler halinde söylenerek bir kuşaktan diğerine aktarılan kutsal bilgi kaynakları. Vedik felsefe bugün yoga ve ayurveda ile Budist felsefenin kaynağı olarak görülüyor.
Patanjali’nin Yoga–sutra’sı dört bölümden oluşuyor. Benim öncelikle okumam önerilen üçüncü bölüm, “Vibhuti Pada”, yoganın kişiye kazandırdığı doğaüstü güçlerden ve bu güçlerin öğrenciyi yoganın yolundan nasıl çıkarabileceği üzerine ayrıntılı örneklerden oluşuyor.
“Siddhi” olarak bilinen bu büyülü güçler, büyüme ve aydınlanma yolunda engel olarak karşımıza çıkabilir. Patanjali, daha bölümün en başında kişinin yoga sayesinde kendi geçmişine ve hatta geleceğine dair bilgilerle karşılaşacağını söylüyor. Ayrıca sıkı bir konsantrasyon ve bu bölümde adı geçen belli teknikler sonucunda psişik yeteneklerimizi geliştirebilir, gözlerimizin önünde patlayan mor mavi ışıklar görüp ilahi sesler duyabilir, bedenimizden kopup bulutlarda gezebilir, zaman içinde yolculuklara çıkabilir (Ah evet, evet!) ve hatta su ve ateş üzerinde bile yürüyebilirmişiz.
Okudukça pek cazip bulduğum bu süper güçler, tarih boyunca farklı toplumlarda bazen şifa, bazen de egemenlik kurmak amacı ile kullanılmış. Bugün doğa ile bağlarını nispeten korumayı başarmış toplulukların hemen hepsinde zihin gücüyle “mucize”ler yaratmayı bilen bilge kişiler yaşamaktadır. Şamanlar, dedeler, hocalar, sadhular, medyumlar (kimi zaman da cadılar, büyücüler, kocakarılar) Patanjali’nin söz ettiği siddhi’lere sahip ve bu gücü kullanmayı bilen insanlar aslında.
Yoga yoluna baş koymuş öğrenci, zihnin olağanüstü yeteneklerini keşfettiği an heyecan duyabilir. Bir başka seansın sonunda, o ara New York’ta yaşayan en yakın arkadaşım belirdi zihnimde. Mekânın ayrıntılarını ve hatta yürüdüğü meydanın köşesindeki kahve ve kitapçının adını ayırt edecek kadar netti görüntü. Ertesi gün telefonda öğrendim ki evet, New York’ta öyle bir meydan vardı ve Yasemin kafamda o resmin belirdiği anda gerçekten orada yürüyor ve beni düşünüyordu. İkimizin de tüylerini diken diken eden bu hikâyeyi derste anlatırken baktım Panço yine ilgisiz.
“Bak Defne” dedi, “Yoga yoluna gönül veriyorsan, kazandığın ve kazanacağın becerilerden etkilenmemeyi öğrenmelisin. Gün gelecek başının üstünde yarım saat durabilecek, ya da yanındaki insanın ne hissettiğini kendi yüreğinde bileceksin. Ancak kendini dev aynasında görmene neden olacak her tür beceri, seni diğerlerinden, bütünden ayıracaktır. Şunu hep aklında tut: Yoganın yolu, kişinin kendi varlığını, katman katman derinliğiyle keşfedip kendisi ve hayatla samimileşmesi, bütünleşmesinden geçer. Şimdi iyi düşün. Baş koyduğun yol bu mudur, yoksa gözlerinin önünde patlayan mor mavi ışıklarla büyülenmek için, böbürlenmek için mi buradasın?”
Patanjali, sıra dışı zihin hallerinin insanın nefsinden bağımsızlaşıp, özgürleşmesi yolunda işlevi bulunmadığını kitabın ikinci bölümünde söylüyor. Dahası bu tip doğaüstü güçlere erişen öğrenci esoterik felsefe konusunda uzmanlaşıp, yolun sonuna geldim yanılgısıyla çalışmayı bırakabilir ve kendi güçlerine saplanıp kalabilir. Yoga çalışmasında kaydettiğimiz ilerleme, sahiciyi yalandan ayırt edebilme ve baskı altındayken bile hayatın içinde zarifçe akma becerimiz ile ölçülebilir ancak. Modern yoganın babası Sri T. Krishnamacharya’nın yine yoga hocası olan oğlu T. K. V Desikachar şöyle yazmış:
“Kitabının üçüncü bölümünde Patanjali, öğrencinin Faust’takine benzer bir pazarlık içine düşebileceğinden söz eder. Goethe’nin ünlü karakterine sunulduğu gibi, yoga öğrencisine de hayal gücünün çok ötesindeki yetenekler vaat edilir. Öğrenci keskin bir dikkatle kendini izlemiyorsa, ruhunu değil ama –ruh ölümsüzdür– özgürlüğe kavuşma ve hakikati bulma şansını bu noktada yitirebilir.”
Yoga’nın Sekiz Ayağı
Anılar yağmayı sürdürdü. Ben dikkatimi derslere yönlendirdim. Madem yoga varoluşa doğru bir keşif süreci idi, ben de “ben” sandığım yüzey katmanlarımın ardında ne var, ne yok, açıp bir baksam iyi olacaktı. Kısa zamanda anladım ki beden hareketleri olan asana’lar yoganın önemli, fakat ufak bir parçasıydılar. Kendim yapana kadar yogayı bir nevi meditatif cimnastik sandığım için şaşırdım.
Fiziksel pozlar (asana) nefesin açılması ve derinlerdeki dokulara oksijen yoluyla can taşınması işlemini gerçekleştirdiği için önemli. Can (prana) taşıyan kanallar açıldıktan sonra, sakin bir oturuşa geçerken asana’nın görevi bitiyor. Bundan sonra sıra geliyor akan canı doğru kanallara yönlendirmeye. Bu da nefes-zihin ikilisinin işi. Sonraki aşamalarda nefes aradan çekiliyor, zihin kalıyor. En son aşamalarda ise zihin de aradan çekiliyor. Patanjali bu süreci sekiz ayaklı bir araç olarak tarif ediyor:
1) Diğerleri ve kendimizle kurduğumuz ilişkiler (yama). 2) Hayatımıza getirdiğimiz düzen (niyama). 3) Beden hareketleri (asana). 4) Nefes çalışmaları (pranayama). 5) Duyu organlarının dış uyarıcılardan soyutlanması (pratyahara). 6) Zihni tek bir nesneye odaklama (dharana). 7) Zihin ve nesnenin bütünleşmesi (dhyana). 8) Özle (ruhla) bütünleşme (samadhi).
Nefes, beden hareketleri ve meditasyon bu sekiz ayaklı disiplinin parçaları. Kişinin kendini gözlemlemesi, duygu ve düşünce kalıplarına dışarıdan bakabilmesi, değişime açık, bilinmeyenden korkmadan yaşamayı denemesi de öyle. Gerçek yüzümüzü görmek için temiz bir aynaya ihtiyacımız var. O yüzden ilk iş temizlik! Hem fiziksel, hem duygusal. Biriktirdiğimiz çöpleri, sırtımızda taşıdığımız yükleri boşaltmak gerek ki dönüşümün başlayacağı, yeni yaşamların yeşereceği alanlar açılsın.
Aham kara mı?
Yoganın derinliğine indikçe durmaksızın ve her an değişen bir evrende yaşadığımız gerçeği kaçınılmaz bir biçimde bilinç yüzeyine çıkıyor. Kâinatın tamamı, mikro organizmasından galaksilere kadar daima hareket halinde. Ses dalgaları, ışık ve katı maddeler gibi bütün hareketler de –hareketsizliğin kendisi dahil– dalga boyutuna indirgenebiliyor. Kalp atışından damarlarda akan kana, nefesle gelen cana kadar her şeyin özünü belli frekanslardaki titreşimler oluşturuyor.
Hareketsiz ve sessiz oturduğumuz bir seans sırasında, ben de suya düşen mürekkep damlası gibi usul usul boşluğa çözündüğümü düşündüm. Kabir’in şiiri geldi aklıma: “Damlanın denize karıştığını herkes bilir, ama pek az kişi farkındadır denizin damlaya karıştığının.” Oturduğum yerden geçip geçip gidiyorum. Geçiyorum, okyanusa karışan bir damlayım, çözünüp bütüne karışıyorum…
Yani acaba ben ölüyor muyum?
Bu düşüncenin zihnime düşmesiyle, benim de sükûnetimden aşağı paldır küldür düşmem bir oldu. “Abhineveşa” diye açıkladı hocam daha sonra. Hayata sarılma güdüsü. En bilge kişide bile var olan kleşa (zaaf). Varoluşun devamlı akan farklı frekanstaki dalgalardan ibaret olduğu gerçeği veya başka bir deyişle hiçlik ile karşılaşan (saniyenin binde biri bir sürede belki) zihin önce paniğe kapılıyor. Kendi yatağınızda uykuya dalıp gözlerinizi tanımadığınız bir odada açmışsınız gibi bir his. Korkuyor elbet insan.
“Aslında benliğin tamamı değil korkan” diye açıkladı hocam. “Paniğe kapılan kısım bu basit ilahi gerçeği gören ahamkara’nın kendisi. Ahamkara hükmünü yitireceği yabancı diyarlardan haz etmez. O yüzden seni oradan aşağıya, bildiğin gerçekliğe çekmek için devreye girer. Kendi kendini rüyadan uyandırdığında olduğu gibi. ”
Pardon hocam, anlamadım. Neyim kara dediniz? Ahamkara?
Ahamkara, Yoga’nın temelini oluşturan Samkya felsefesinde zihnin (citta) üç bölümünden birisi olarak tanımlanıyor. Zihin, manas (içgüdüler), ahamkara (ego/nefs) ve buddhi (zekâ) bölümlerinden oluşuyor. Ahamkara’nın sözlük anlamı “ben yapıcı”. Tam karşılığı sayılmasa da, prensipte ego ya da nefs olarak düşünebiliriz.
Ahamkara, bir “ben” tanımlayıp o “ben”i muhafaza etme çabası içine daha biz iki buçuk yaşımızdayken giriyor. İki buçuk yaşından önce çocukta “ben”, “benim” gibi kavramlar olmadığı gibi (ve tam da bu nedenle) ben ve öteki ayrımı da yok. Çocukta “ben” duygusu şartlı tepkiler ve kalıplaşmış davranış biçimleri ile beliriyor. Başlarda kalıplar yumuşak ve değişime açık. Yıllar içinde ahamkara güçleniyor ve kişi “ben” tanımına daha sıkı sarılır oluyor. Alışkanlıktan verilen tepkiler, gerçekliği sorgulanmamış inançlar ve kökeni araştırılmamış duygular insanı yönetmeye başlıyor.

Şartlanma ve duygusal kalıplar çocuğun yakın ilişki içinde bulunduğu insanlar (anne baba, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, öğretmenler gibi) ve farklı toplumsal kurumlar (medya, devlet, okul gibi) tarafından yaratılıyor. Çocuk kendinden daha güçlü gördüğü birey ya da kurumun sevgisini, takdirini kazanmak ve onun tarafından kabul görmek (bütüne dahil edilme) güdüsü ile içinde yaşadığı ailenin ve kültürün egemen değerlerini içselleştirme sürecine giriyor. Bu değerler toplumsal yapıdan okul disiplinine, arkadaşlık kurallarından annenin doğrularına kadar uzanan bir yelpaze olarak düşünülebilir. Çocukların yetişkinlere oranla daha yoğun olarak hissettikleri duyguları doğrultusunda kendi kendilerine aldıkları kararları da (yarışı kaybedersem babam beni sevmez gibi) kişiliğe eklenen bir diğer katman olarak düşünebiliriz. Böylece çocuğun kendini görüş biçimi, yani ahamkara, korku bazlı duyguları ile kendinden güçlü kişi ve kurumların değerleri, doğruları ile biçimleniyor.
Kendini ahamkara ile sınırlayan bu çocuk büyüdüğünde âlemin bütününden kopuk bir varlık olduğu yanılgısıyla yaşamını sürdürebiliyor. Yoga felsefesinde avidya adını alan bu ‘’hakikat körlüğü’’ psikolojik tatminsizlik, kısıtlanmışlık hissi, depresyon ve keder gibi ıstırapların kaynağı olarak görülüyor.
Avidyanın bir diğer uzantısı da mutluluğun iç dünyada değil, dışarıda bir yerde bulunacağı inancı. Kapitalist sistemin körüklemesi ile günlük hayatlarımızın parçası haline gelen ihtiyacın üstünde tüketme arzusu, madde ve insan bağımlılığı, –varoluşu ancak zevk veya acı anlarında hissedebilme duyarsızlığından kaynaklanan– hiç bitmeyen duygusal, fiziksel ve duyumsal uyarılma ihtiyacı, mutluluğun içeride değil dışarıda bulunabileceği yanılsamasına günümüzden örnekler olarak düşünülebilir.
Demek bu yaşıma kadar kendim sandığım, dahası müdafaa ve muhafaza etmek için çılgınca çabaladığım “ben” varlığımın minik bir parçasıymış! Ahamkara’ymış. Şimdi yoga yardımı ile ahamkara’ya omuz silkip “ben”i serbest bırakmayı deniyorum. Bu sırada içimde birikmiş duygular, anılar, kokular ve tatlar sıkıştıkları katmanların arasından dökülüyor.
Boşuna değilmiş yani her dersin sonunda yaşlarımın yanaklarımdan sicim sicim inmesi.
Evet, son zamanlarda dersin bitiminde meditasyon yaparken ağlamaya başlamıştım. Tanımadığım bir cins ağlama idi bu. Canım yanmıyor, kalbim sıkışmıyor, sadece anılar canlanıyor ve gözlerimden yaşlar akıyor. “Sakın ola, o yaşlara bir hikâye uydurmaya çalışma” dedi hocam. “Ağlaman meditasyonun sonucu, bir duygu boşalması. Başka da anlamı yok. Ama zihin seni mazlum kişi olarak başrole koyacağı bir hikâye uydurmak isteyecektir hemen. Oyununa gelme. Gönül gözün daha büyük bir gerçekliğe açılıyor sadece. O kadar.”

Ama ben geliyorum oyuna. Kendime acıyorum. Bana acı vermiş insanlara kızıyorum. Bana acı verenin kendim değil, diğer insanlar olduğuna inanıyorum. Günlerimi ağlayarak ya da hayatıma girmiş herkese ateş püskürerek geçiriyorum. Kızgınım. İçimdeki öfke kazanının kapağı açılmış, fokur fokur öfke taşıyor. Yılanın zehrini emip çıkarırcasına atıyorum içimde biriktirdiklerimi.
Temizlik kolay iş değil. Fark etmediğim halde hayatımın her anını belirleyen eski izleri keşfedip şaşırıyorum. Hep orada benimle yaşamış korkuları nasıl da unutmuşum? Aptal zannedileceğim diye korkardım çocukken. Hâlâ korkuyorum. Öyle korkuyorum ki merak ettiğim soruların yarısını gerisin geri yutuyorum. Kaybolunca yolumu bile soramıyorum. Alışmışım onunla yaşamaya. Ruhumda üzüntü, endişe ve utanç yaratan durumların bu korkunun sonucu olduğunun farkında bile değilim.
Yıllarca içimde yollarını kazmış kalıpların, çocukken verilmiş kararların, ilkgençlik yıllarında kurduğum arkadaşlık ve aşk ilişkilerindeki ortaya çıkış biçimlerini görmeye başladım. Ve derken hemen o anda, o günkü ilişkilerimde o kalıpların damgasını tanımaya başladım. Günbegün korkularımın etrafında kemikleşen düşünce, duygu ve davranışlarımın beni nasıl da kısıtlı bir yaşama mahkûm ettiklerini kavrar oldum. Özgürlük anlamına gelen mokşa kavramı kafamda netleşmeye başladı.
“Denedim. Yoga bana iyi gelmedi!”

Korkularımızla yaşamaya o kadar alışıyoruz ki, bedenin merkezinde fokurdayıp duran endişe kabarcıkları gün içinde sık sık bilinç yüzeyine çıktıkları halde canımızı yakmadan patlayıp gidiyorlar. Belki bir sigara yakıyoruz o zaman. Ya da uzaktan kumandaya el atıyoruz. Buzdolabının kapağını açıyor da olabiliriz. Endişe balonlarından bizi uzak tutacak yolları seçmeyi öğreniyoruz hayatta.
Yoga çalışması bu süreci tersine çevirmeyi sağlıyor. Bedenlerimizi kısıtlı bir şekle sokarken, o kısıtlamaya karşı geliştirdiğimiz mekanizmaları, maskelerimizi ve merkezin derinliklerindeki endişe ile yüzleşmemek için ne tip oyunlara başvurduğumuzu gözlemleyebiliyoruz. Yoga sırasında kaçındığımız pozlar ile bağımlısı olduğumuz pozlar, hayattaki kaçınma/bağlanma kalıplarımıza ayna tutar. İnsanlarla, yemekle, işimizle, parayla, ilaçlarla, toplumla ve kendimizle kurduğumuz ilişkiler ve hatta siyasi ve felsefi bakış açımız ile estetik zevklerimiz bile hep bu kaçınma/bağlanma kalıbının etkisinde şekillenir. Yoga, bedenin merkezinde saklı gizemleri bilincin perdesine yansıttığından, varoluşumuzu şekillendiren bu ana kalıbı da gözler önüne serer.

Bütün bunların sonucunda, yaygın kanının aksine, her yoga dersinin sonunda kendimizi huzurlu hissetmeyiz. Su yüzüne çıkan bastırılmış duygular, mide bulantısı, öfke patlaması, ateş basması, bunalma ya da yoga ateşi gibi hallere yol açabilir. İlk tepki genellikle kaçıp gitme isteğidir. Öğrencilerin ilk dersten sonra ortadan kaybolmaları sendromu yoga hocaları tarafından gayet iyi bilinir.
Kaçmak yerine kalmayı seçen öğrenci ise o güne kadar sorgulamadan kabullendiği duygusal tepki, düşünce ve inanç kalıplarının hayatına getirdiği kısıtlamaları fark ettikçe, davranışlarını şekillendiren motivasyonu sorgulamaya başlar. Tepki mantıklı bir temele mi oturmaktadır yoksa endişe ve korku duygularının etkisi ile mi verilmiştir? Durum ikincisi ise, korkulan esas şey nedir?
İnsanı kendisiyle çok samimi bir noktaya çeken bu sorgulama başlangıçta beni epey zorladı. Özgür irademle verdiğimi sandığım mesleki, medeni, hayati karalarımın sevdiklerimi memnun etme ve/veya onlar tarafından kabul görme ihtiyacı ve/veya yalnız kalacağım korkusu ile verilmiş kararlar oldukları ortaya çıktı. O güne kadar haklı/mantıklı bulduğum duygusal tepkilerimin özünde kendimi bulmak korkunç geldi. Diğerini suçlamak ne kolaymış meğer!
Bütün direnişime rağmen yepyeni bir “ben” doğuyor, bildik kalıplarının ardından yükselen yüreğimin sesini duyuyordum. Gölgeler bir defa aralanmaya görsün. Artık ışıktan kaçış yoktu!

Yuvaya Dönüş
“Ben kimim” sorusu en eski çağlardan beri inanç sistemlerinin ve felsefi akımların merkezinde durmuştur. Yoga felsefesine göre her insan kişisel geçmişinin, öfke ve kederlerinin, başarı ve hayal kırıklıklarının, düşünce ve inanç katmanlarının derinlerinde bir öze sahip olduğu bilgisiyle doğar.
Ünlü yoga ustası Godfrey Devereux, özü araştıran bütün sistemlerin, bizi esas tabiatımıza kavuşturacak yollar olduğundan bahseder. Devereux’ye göre bu kavuşma salt bir varsayımdan ibaret olan kişiliğimizin ötesindeki varlığımıza gözümüzü açtığımızda gerçekleşecektir. Hocam Shandor Remete de yogayı benzer bir şekilde tanımlıyor: “Yoga aydınlanmaya giden yolu keşfetmeyi amaçlayan tinsel bir sistemdir. Nihai amaç özü (ruhu) öz olmayan her şeyden ayrıştırmaktır. Bu süreç, hakikati perdeleyen veya onu çarpıtan durağan hareket, duygu, düşünce kalıplarının terk edilmesi ile gerçekleşir.”
Yoga sadece anıları saklandıkları yerden çıkararak bizi çocukluğumuzla buluşturmuyor. Kalıplarından sıyrılan insan özüne yaklaşırken önce çocukluğunda tanıdığı kendisiyle karşılaşıyor. “Esas sen hiç büyümemiş bir çocuktur aslında” diyor Don Miguel Ruiz. Sorumluluklar, roller ve alışkanlıklardan türemiş kimliğimiz sadece bir yüzey katmanı ise, gölgelerinden sıyrılan öz benliğimiz de tanıdık bir yer aslında. Yogaya başlayan öğrencilerin kendilerini yuvalarına dönmüş gibi hissetmeleri de bu yüzden belki.
Zen Budistlerinin inancına göre gün gelip de varacağımız bir duraktan bakar dururmuşuz şimdiye. Büyüklüğüme mektuplar yazardım çocukken. Mektuplar ancak elime geçiyor. Ve darda kaldığımda gelecekten bir ses, serinkanlı ve esprili bir diğer ben, içime su serpiyor. Zamanın çok boyutlu bir döngü olduğuna inanmamak elde mi yoga yolundayken?
Tatmin edici bir yoga seansının sonunda içime yayılan hissi nasıl anlatsam?
Varoluşa ve evrenin yüceliğine karşı duyduğum hayranlık. Bilinmeze karşı içimi yakan merak. Keşif arzusu. Mükemmel düzende işleyen koca bir kâinatın vazgeçilmez bir parçası olduğumu bilmenin tatmini. Ve huzurlu bir aidiyet hissi…
Bir yerlerden hatırlıyorum ben bu hisleri ama…
Dalgaların yalayıp geri çekildikleri o yarı ıslak, yarı kuru sert kumlara oturmuşum kıyıda. Aklımdan geçenlerin, içinde sallandığım boşluk anını dolduracakları yaşta değilim daha. Mavi renge bayılıyorum. Denizin, göklerin ve kova–küreğimin mavisi kalbimin hızlı hızlı çarpmasına neden oluyor. Deniz hem serin, hem ıslak hem de mavi. Annem yaklaşıp önce beni koca bir havluya sarıyor, sonra kollarını bana sarıyor, ağzıma bir kremalı bisküvi atıyor. Bisküvinin tatlısı dudaklarımdaki deniz tuzu ile karışıyor, ben annemin kucağına karışıyorum. Huzurlu bir aidiyet… Mükemmel düzende işleyen koca bir kâinatın bir parçası olduğumu bilmenin tatmini.
Öyle bir bilme hali ki, akılla anlamaktan, zihinle kavramaktan bambaşka… Gönül gözüyle görmek gerek onu! Orada ne bir eksik, ne bir fazla var. Tastamam bir görür gönlümün gözü!
Bir, bütün, tastamam… Yani yoga!
(Sanskrit dilindeki yoga sözcüğünün Türkçe karşılığı “bir”leşmedir. Mükemmel bütünlük beden, zihin ve ruhun birleşmesi ile mümkün olur.)
www.defnesumanyoga.com
[email protected]

Fotoğraf: Defne Suman, yüzünü İstanbul’un Prens Adaları’na çevirmiş, sonu yokmuş gibi görünen denize karşı olanca sakinliğiyle “parivrtta surya yantrasana” yani pergel duruşunda.

ATLAS 2010 TEMMUZ / SAYI: 208

Yazı: Defne Suman / Fotoğraflar: Özcan Yüksek

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap